Kıbrısta 50 yıldan fazla süren görüşmelerden bir sonuç çıkmadı.

Yüzlerce BM toplantısı konferans ve gayrıresmi görüşmeye ragmen olmadı.

Rum tarafı tüm Kıbrısa egemen olma düşüncesinden vazgeçmedi.

Türk tarafının eşitliğini hiçbir platforumda kabul etmedi.Türkleri kendilerinin hakimiyetinde kurulacak düzende azınlık haklarına razı etmeye çalıştı.

Son Annan planı ilede bu resmileşti.Türk Halkı bir ortaklığa %65 evet derken Rum halkı %75 hayır dedi.

Buna ragmen Rumlar tek taraflı olarak AB ye alındı.

Sakın AB nin Kıbrıslı Türk ve Rumları çok sevdiği için AB’ ye alma düşüncesinde olduğunuda sanmayın. Almanların tüm Kıbrısa hakim olup Doğu Akdenize ve buradaki enerji kaynaklarına konma ve Türkiyeyi Antalya körfezine hapsetme arzusunuda gözden kaçırmamak lazım tabii.Yoksa AB nere Kıbrıs nere.

Tüm bu yaşananlardan ve Rumlar ve AB nin 50 yıldır sürdürdükleri komediden sonra. Kıbrıs Türk tarafı 2 ayrı egemen devletin Kıbrıs için en hayırlısı olacağına karar vererek ayrı devlet istencini daha yüksek tondan seslendirmeye başladı.

Fakat gelin görün ki yıllarca KKTC meclisinde vekillik görevi yapmak için ortalığı toza dumana katan ve KKTC Devleti vekili olarak meclis

koltuklarına oturanların sol kesim dediğimiz bölümü KKTC nin ayrı bir devlet olarak tanınmasının karşısında olan beyanatlar

yayınlamaya başladılar.

Gerçi belli bir kesimin buna karşı oluşu yıllardan beridir bilinen birşeydi fakat ayrı egemen devlet kararlığı Cumhurbaşkanı tarafından

kararlılılla vurgulanmaya başlanınca bu kesimler daha fazla böyle şey olmaz demeye başladılar.

Tabii buradaki konumuz neden bu kesimlerin ayrı devlet konusuna karşı duruşları değil .Esas konu bir insanın koşullar ne olursa olsun

tüm zorluklara ragmen üstelikte geçmişte yaşanan tüm olumsuzluklara ragmen nasıl olurda ayrı bir devlete sahibi olunmasını

istememesidir.Ve bu insanların KKTC Devletinin vekilleri olunca bu soru dahada bir anlam ve önem kazanıyor.

Peki Devlet nedir.

Hukukta ve siyaset biliminde, devletin pek çok tanımı yapılır. Bu tanımlar da ideolojiktir şüphesiz. En teknik, en işlevsel görüneni bile

öyledir. Bir tanıma göre devlet, “sınırları belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların oluşturduğu, siyasi olarak örgütlenmiş en

üstün egemen otoritedir”.

Halk, toprak, örgütlülük, egemenlik unsurları öne çıkar bu tanımda.

Marksist tanımda devlet, “egemen sınıfların baskı aracıdır”. Sınıf kavramı, baskı vurgusu öndedir. Bir diğeri, devleti, “zor kullanma tekelini

yasayla elinde bulunduran güç” şeklinde tarif eder. Yaygın tanımlardan birine göre devlet, “milletin hükmi şahsiyet kazanmış halidir”.

Alman düşünür Hegel de devleti, bütün siyasal kurumların en büyüğü olarak görür.

Hobbes‘a göre devlet yokken insanlar arasında sürekli bir kavga ve kıyım vardı. Böyle bir ortamda insanlığın ilerlemesi mümkün olmuyordu.

Ve sonunda insanlar özgürlüklerini Leviathan’a yani devlete teslim ettiler. Devletin düzeni sağlaması için özgürlükler üzerinde otorite sahibi

olması şarttı. Böylece özgürlükçü değil otoriter devlet düzeni var oldu.

Acaba bizdeki Devlet olma arzusuna karşı olanların Devlet olmak istemeyenlerin istek ve arzusuda bumu .Kavga kıyım ve insanlığın

ilerlememesimi?

Platon ve Aristoteles, insandan hareketle devletin varlığını açıklamışlardır. Devlet kavramı insan unsuru dışında başka unsurları da

taşımakla birlikte düşünürlerin insanı merkeze almaları, insanlık tarihinin her döneminde toplumların siyasi yapılanmasını etkilemiştir.

Platon ve Aristoteles’in İlkçağ’da kabul ettikleri toplumun ortak iyiliği ve mutluluğu ilkesi geçmişte ve çağdaş siyasal sistemlerde de halen

kabul edilen ve geçerliliğini koruyan bir ilkedir.

Örneğin Osmanlı Devleti’nin daha kuruluş aşamasında Şeyh Edebali’nin kurucu hakanı Osman Bey’e hitaben ‘Ey oğul! İnsanı yaşat ki,

devlet yaşasın sözü ile anlatılmak istenen de özelde her bireyin, genelde tüm toplumun ortak iyiliği ve mutluluğudur.

Günümüzde bir devlete sahip olunması gereklidir çünkü kapitalizmin hayatımızın her alanına girmiş durumda. Kapitalist sistemin içinde

yaşamımızı sürdürüyoruz günümüzde. Eğer bir devlet olmazsa göçlü olan daha da güçlenecektir. Yoksul olan ise daha da yoksullaşacaktır.

Böyle bir dönemde bir siyasi kontrolün olması gerekir. Bu siyasi kontrol de bütün toplumun düzenini sağlayan siyasi bir güç olmalıdır. Bu da devlettir.

Buraya kadar neden hala bir devlete sahip olmanın çok önemli olduğunu anlamayanlar için ulusal bir devlet kurucusu olan Atatürk’ün

kişiliğini onun kendi sözleriyle bitirmek uygun olacaktır:

Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir

adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenler bu aşkım malumdur. Bence bir

millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla

kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için

milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple

milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle

medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen

herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.

Bugün Devletsiz millet olarak tasvir edilen Katalanların bağımsız bir devlet olmak için yaptıkları mücadele Uygur Türkleri ve Tibetlilerin

durumlarını düşündüğünüzde bir Devlete sahip olmanın ne manaya geldiği daha iyi anlaşılabilecektir.