Yurt dışında Kıbrıslılar’ın olduğu bir ortamdayım. Bir başka grubun yerinden edilmişlik hikayelerini dinleyen Kıbrıslı bir Türk, bana dönüp, ‘işte aynı şekilde bizim de Rumlar’ın yerinden edilmişliğine empati ile yaklaşmamız gerekiyor’ diyor. Bizim meşhur ‘barış dili’ grubundan, AB ve Batı iki toplumlu barış çalışmaları süzgecinden geçmiş. Gülümsüyorum. Sabırsız değilim artık. ‘Elbette, onlarınkine de empatik olmalıyız kendimizinkilere de empati beklemeliyiz’ diyorum. Yıllardır sınıfa girmenin etkisi ile gözlerdeki soru işaretini okumak artık benim için kolay. Batı ‘barış aktivitelerinin’ tek yanlılığını, hafıza kaybettirme merakını iyi bildiğim için şaşırmıyorum ne dediğimi anlamamasına. Batı Rumlara ‘mülteci’ bize ‘göçmen’ adını taktı diye kendi tecrübelerimizden kopmuş, yok sayar hale gelmişiz. Kendisine bir Leymosunlu olarak yerinden edilmişliği anlatıyorum. Ona babamın bana hüzünlü bir gururla söylediği Leymosun’da doğan son Kıbrıslı Türk çocuk olduğumu anlatıyorum. Artık son zamanında bana verdiği adımı bile hatırlamayan babamın oturduğu yerden bana ‘hade kalk gidelim artık’ dediğini, nereye diye sorduğumda da ‘eve, Leymosuna, daha kaç sene duracağız burda (Girne’de), evimize gidelim’ dediğini söylüyorum. Sonra yanımda oturan benden on yaş kadar büyük bir Kıbrıslı Türk’e nereli olduğunu soruyorum, savaşta o da yerinden edilmişlerden çıkıyor. Evinden ayrılışının hatırası benden büyük olduğu için güçlü. Kendisinden anlatmasını istediğimde, muhteşem bir hikaye anlatı ustası olarak uzun uzun anlatıyor o günleri. O anlatıyor, biz hem gülüyoruz onun çocuk cesaretine, hem içimiz acıyor hikayesini dinlerken. Sonra barış aktivitelerinden nasibini almış arkadaşa dönüyorum, bu hikayeleri daha önce duymuş muydun diye soruyorum. Bir şey diyemeden başını iki yana sallıyor sadece. Eskiden bilmeyenlerimize kızıyordum. Artık sebebini biliyorum, o yüzden kızmak yerine bununla nasıl başa çıkılması gerektiği üzerine kafa yoruyorum. İşte toplum liderimizin de bu gerçekliği hep aklında tutarak hareket etmesi gerektiğine inanıyorum.
Batı’nın dışında ama Batı’nın gözleri ve bakışı altında yaşayanlar, dünyaya hakimiyet kurmuş Batı medeniyetini neredeyse tek arzulanır kültürel yapı olarak görüyor. Onların söylediği her şeyin doğru, güzel ve iyi olduğunu düşünüyor. ‘Batı medeniyetinin aydınlatıcı sömürgeciliği’ cümlesini kuranlar bile var. Gelmiş, sömürmüş ama aydınlatmış diyebilen bir aymazlık hakim kıldırılmış yani. Kıbrıslı Türkler’in içinde sesi etkin çıkan bir grup bu kolonist zihniyetin pençesinde.
Bu küçük anektodlardan anlamamız gerkeler var. Rumlar ve Avrupa Birliği'nin etkinliğiyle oluşturulan fonlar söylemi ve kimin başat aktör olduğunu 30 yıla yakın bir süredir belirlemektedir. Kuzey’de belli üniversiteler, gazeteciler, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve meslek odaları bu fonlar aracılığıyla Kıbrıslı Türkler’in sesini arkada bırakarak sadece Rumlar’ın hikayelerini ön plana çıkarmaktadır. Kimisi tamamen maddi kazanç odaklıdır. Bir o kadarı da kendine öz saygısını yitirmiş, ‘Batılılaşmak’ adına kendini tek taraflı horlaması gerektiği ezilmişliğini içselleştirmiştir. Hatayı sadece kendinde görüp, ötekini yüceltmekle ‘ilerici, Batıcı, medeniyet sahibi’ olabileceğine inanmış ya da inandırılmıştır.
Hikayeler çok önemlidir. Rumlar’ın hikayelerini bilmemiz insani noktada birleşmemiz için önemlidir. Ama sadece onların hikayelerini bilmemiz, onların da sadece kendi hikayeleri ile meşgul olması Kıbrıslı Rumlar’ın başat Kıbrıslı Türklerin görünmez olduğu durumu getirmiştir. Sesi duyulmayan, bilimeyen, kendi hikayelerine bile yabancılaşmış Kıbrıslı Türkler. Hikayesi olmayan toplumların varlıkları da yoktur. Avrupa Birliği ve Rumlar büyük oranda hikayelerimizi ‘barış etkinlikleri’ adı altında elimizden almış, Rumlarınkini ise yüzeyde tutmuştur. Savaşı kazanan Türkiye olduğu için, mağduriyetlerin topu Rumlar’ın, saldırganlığın tümü Kıbrıslı Türkler’in hanesine yazdırılmıştır. Rumlar’ın kendi mağduriyetlerini anlatması ‘faşizm’ ve ‘milliyetçilik’ olarak değil savaşın acılarının sahiplenilmesi, ‘traumaların ortaya çıkması’ olarak resmedilirken bizimkiler ‘milliyetçi faşizim, traumlarımız ise devletin beyin yıkaması’ olarak yıllar yılı ört bas edilmiştir. Oysa, acılar çokludur ve birlikte resmedilmesi gereklidir. Kıbrıslı Türkler’in belgesel veya film düzeyinde sesine çoğunlukla Türkiye ile olan mağduriyetlerde yer verilmektedir. Türkiye’ye giremeyen Kıbrıslı Türkler’in hemen belgeseli çekilir ‘demokrasi’ adına ama kültür, sanat, spor ve ekonmik faaliyetleri Rumlar’ın aktif itirazları ile durdurulan Kıbrıslı Türkler’in belgeselleri fonlanmaz bu adada. Rumlar AB etkin kararları ile devletin tek sahibi haline getirilmişken bu avantaj ve güç pozisyonları hep görmezden gelinerek, savaşta malup edilen taraf olarak Türkiye karşısında ‘mağdur’ imgelenmektedir. Kıbrıslı Türkler’in elli yıldır devletsiz ve ekonomik çöküntü içinde olmasının seslendirilmesi ve mağduriyetlerinin konuşulması, Türkiye sorumlu tutulmadığı müddetçe tabulaştırılmıştır. Kendimize ait kimlik şuurumuz ise hemen bastırılmakta ‘Kıbrıslılığa’ yakışmıyor denilmektedir. Biz kendi kimliğimizi ifade ettiğimizde, Kıbrıslı Türk’ün ‘Türkünü’ küçük harfle yok etmediğimizde, ‘Kıbrıs’ın kuzeyi’ değil ‘Kuzey Kıbrıs’ dediğimizde Rumlar’ın ‘hassasiyetlerine’ dokunmuş oluyoruz ama adayı Hellenizm hayalleri ile askeri juntanın boyunduruğuna 1974’te sokanlar bizim bazı sol gruplara ‘Kıbrıslı Rum’ yerine kendilerine ‘Kıbrıs Elenleri’ demeyi dikte etmektedir. Avrupa'nın kabul ettirdiği ‘barış dili’ çerçevesine uymayan her Kıbrıslı Türk değişik şekillerde bir ‘cadı avıyla’ karşı karşıyadır.
Kıbrıslı Türkler’in toplum lideri Erhürman’ın bütün bu resimden hareketle bir takım çıkarımlarda bulunması gerekiyor. Makamdaki ilk aynın sonunda, gazetecilerle yaptığı uzun ve samimi mülakatta Rum devlet başkanının kendisini yok saymasına itiraz etmesinin yeterli olup olmadığını soran gazeteciye ‘itiraz etmemek söyleneni kabul olur’ derken ve bunun diplomasi ile de desteklenmesi gerektiğini ifade ederken, uzun zamandır görmediğimiz kişilikli bir duruş sergiliyor. Ancak diplomasiyi Rumlar’dan yana tavır alan Batılılarla da yaptığının sanırım farkında ki ‘çıkmazların’ ciddiyetinin ayırdındadır. Demek ki bugüne dek pek de başarı elde edemediğimiz ve hatta neredeyse hiç denemediğimiz alanlara girmeye öncülük etmesi gerekiyor. Sabırlı ve kararlı olduğunu söylerken inandırıcılık taşıyor Cumhurbaşkanı Erhürman. O zaman bu iki özelliği beş yıla yayacak, Kıbrıslı Türkler’in her koldan yapacağı bir propaganda süreci için kolları sıvaması gerekiyor. Peki ne yapmalı?
1973 doğumlu olan Rum devlet başkanının Kıbrıslı Türkleri hiç çekinmeden, açık açık yok sayarak sürekli Türkiye ile konuşacağını ifade etmesi dikkatlerden kaçmamalı. Kıbrıslı Türkler’le doğum tarihi itibariyla hafızasında hiçbir ortaklaşma olmayan bu ilk Rum liderin bizleri görmezden gelme seviyesi, geçmiştekilere oranla çok daha yüksek. Adada 1974 öncesi hiç Türk olmadığı anlatımıyla büyütülmüş yeni kuşak Rumları’n ilk temsilcisi Batı’nın 30 yıllık ‘Kıbrıslı Türklerin hafızasını silme’ operasyonunun tamamlayıcısı olarak geldi. Cumhurbaşkanlığı ödeneklerinin bu ‘yok saymaya’ alternatif oluşturacak şekilde, Kıbrıslı Türkler’in özgün projelerini başlatması-desteklemesi gerekmektedir. Dünyaya,Kıbrıslı Türkler’in izole edildiğini, haklarının tanınmadığını, savaşın ve yarattğı acılarla maduriyetlerin tek taraflı değil iki taraflı olduğunu, ancak elli yıldır cezalandırılan tek tarafın Kıbrıslı Türkler olduğunu, barış istediğimizi, bunu % 65’lerle 2000’li yılların başından beridir ifadelendirdiğimizi, birçok gencimizin savaşa karşı farkındalık geliştirdiğini ama dünyaya açılamadığını hikayelendirmemiz gerekmektedir. Sesimiz çıkmamaktadır çünkü sesimiz kontrol altındadır. Oturma eylemlerinden, tanıtım videolarına ve Bağlantısızlar, Avrupa ve Asya’da seçilecek ülkeler düzeyinde kampanyalar başlatmak gerekmektedir. Kendi mağduriyetlerimizi ve kimliğimizin karşılaştığı izole edilme üzerinden cezalandırmayı anlatmak için hamasete dönmeden ama verili şekilde ve mukayese ile Rumların savaş sonrası elli yılı ile bizim elli yılımızın sonuçlarını kendi sesimizden anlatabilmeyi ve onu duyurmayı sadece kapalı kapılar ardında diplomatik masaların çevresinde değil, akla gelecek her platformda yapmayı hedeflemeli ve startejiler geliştirmeliyiz.
Gençlerimizin adaya geri dönüşleriyle ilgili zeminsiz umut pompalanması yerine, kimliklerine sahip çıkacak şekilde adaya dahil edilmeleri esas olmalıdır. Siyasi durumun sonucu olarak akademik, sanat, spor alanlarında temsiliyeti inkar edilen gençlerimizin hikayeleri su yüzüne çıkarılmalıdır. Olimpiyatlara Türkiye’den mi, her adımda yüzümüze kapıları kapatan Kıbrıs Cumhuriyetinden mi katılalım ikilemi dışında, bağımsız katılım şartlarını zorlamamız, gençlerimize tanıtım videoları çekmemiz, dünyanın değişik ülkelerinden kamuoyunun zihin haritasına girmemiz gerekmektedir. Kayıplarımızı ve ölülerimizi değersizleştirdiklerinde kayıp ailelerinin ne hissettiği de hikayelendirilmelidir ki AB pervasız şekilde sadece Rumlar’ın kayıplarını tanıdığında gösterdiği ikircikli tutum ve bir halkın insanlarını görmezden gelme siyaseti ortaya serilebilsin. AB’nin Kıbrıslı Türkler’e karşı takındığı tavırda siyasi bir maliyet yoktur. Bilinmeyen, görünmeyen haksızlık maliyete sebep olmaz. AB’ye maliyet yüklemek bize düşmektedir. Rumlar’ın ve AB’nin icazeti olmadığı için her susturulan sesin hayat bulması için çalışmak da toplum liderinin öncül vazifesidir. Dünyadan izole edildiğimizi söylemek milliyetçi hamaset değildir. Güney Afrika’da yasal ırk ayırmcılığı aparthayd dünya kamuoyunun baskıları ile bitti. Bu çifte standartları Avrupa yapıyor, ‘barış diline’ Avrupa karar veriyor diye doğru kabul etmek bizi yokluğa ve yoksunluğa sürüklemektedir. Kendi insanlığımıza sahip çıktığımız oranda başkalarından da saygı bekleyebiliriz. Cumhurbaşkanlığı’nın top yekün bir ‘biz varız’ eylemliliğine toplumu geçirebilmesi için her türlü hikayemizin dünyayla buluşturulması gerekmektedir.
Eğer Rum devlet başkanı Kıbrıslı Türkleri ‘es geçerek’ Türkiye ile görüşürüm diyorsa, Kıbrıslı Türk liderin yapması gereken şey, Rum lideri es geçerek AB’ye kendilerini tek taraflı aldıran ülkeleri muhatap almak, onları sorumlu kılmak, onlardan cevap beklemek, onları Annan planından beridir aldıkları kararlardan sorumlu kılmaktır. Bu küçücük adada birimizin bağımsızlığı daha güçlü devlet üzerinden okunacaksa, her ikimizinkinin de artık öyle okunması gerekecek. Ada halklarının iradesine kendi kendilerinin saygı duyamsı gereği bu şekilde, ta ki bu saygısızlığın maliyetinin hepimize olacağı anlaşılıncaya dek hatırlatılmalı. Yunanistan 1990’lı yıllarda bu tip bir yaklaşım sergileyerek Almanya’ya Türkiye’yi AB’ye almak istememesinin zırhı olmayacağını açıkça ifadelendirmiş, komşusu Türkiye ile bir sorunu olmadığını ifade etmişti. Eğer aynı siyasi ufku bugün, AB dönem başkanlığında Rum lider gösteremeyecekse bu da açığa çıkarılmalıdır. Rumlar’ın AB dönem başkanlığı süresi Kıbrıslı Türkler açısından kritik bir avantaj dönemine çevrilebilir. Her daim Türkiye üzerinden ‘mağduriyet’ imgesi ile hareket eden Rum devlet aklı şimdi dönem başkanlığında güç kullanacağını ifade ediyor. Bu zıt tutumların ortaya serilmesi ve AB ve dünyanın kendilerine verdiği tanınma avantajı ile nasıl aktif olarak Kıbrıslı Türkleri sessizeştirdikleri, kimliklerini bastırdıklarını su yüzüne çıkarmak gereklidir. AB dışında da ülkelerin Kıbrıs’a ilgileri olduğu düşünüldüğünde Kıbrıslı Türkler’in ‘es geçilmesi’ saygısız bir şekilde acılarının ve kayıplarının sayılmamamsı politikasının tekrar gözden geçirilmesi noktasına güçlü bir sele yönlendirme verilebilir.
Kıbrıslı Türkler’in devleti tanınmaz ama demokrasisi tanınır. Maalesef içimizde hukuk, medya ve akademik platformlarda demokrasimizin de olmadığı saldırısını yapmak için kalem oynatanlar var. Tufan Erhürman cumhurbaşkanı olarak AB fonlarına değil, Kıbrıslı Türklerin kimliğine sadakati olanların döneminin geldiğinde ısrarcı olmalı. Müzakere masasına ve komitelere Rumlar’ın dublaj aktörlerini oturtmaktan sakınmalı. Eşit sayıda Rum ve Türk’ün olduğu komitelerde, Rum önerilerini eline verilen kağıttan okuyan Kıbrıslı Türk üyeler süreçlerden ayıklanmalı. Rumların kendi kendilerinin önerileri ile süreci oyaladıkları bir dönemle daha zaman kaybına vaktimiz yok. Rumlarla anlaşmak isteyen, Rumları insancıl düzeyde adanın ortaklaşılacak toplumu gören ama Kıbrıslı Türkler’in haklarını savunmak için orda olması gerektiğinin bilincinde ve sorumluluğunda Kıbrıslı Türklere yetki vermeli.
Erhürman ilk bir ayında bunu başarabilecek kadar toplumsal bilinci olduğu ve toplumsal bilincimizin kırılmasına karşı durmaya niyetininsinyallerini vermiş bulunuyor. Umalım aynı kararlılık ile yoluna devam eder.