Ortalıkta bir söylem dolaşıyor, kimisi Türkçe yazıyor kimisi İngilizce. Bu söyleme göre “ırkçı” olan “sistemdir”, Kıbrıs’ta sistem işgalcilerin elindedir, bu sebeple de Kıbrıslı Türkler’in herhangi bir şekilde ırkçılık yapması mümkün değildir. Savunucuları bu söyleme genel olarak “sistemsel ırkçılık” diyor. Bilimsel tanımlarından koparılarak kullanılan bu sistemsel ırkçılık söylemi hâkim kılınmaya çalışılıyor. Kavram kargaşası içinde sunulan “sistemsel ırkçılık” söylemini kullananlar arasında akademik pozisyon tutanlar da bulunuyor ve bunlar bir alternatif bakış açısı sunup sunamayacağımızı soruyorlar. Irkçılığı bu söyleme bağladıkları ve ırkçılık çok tartışmamız gereken bir mesele olduğu için bu çağrıyı önemli buluyorum. Yazacağım alternatif okuma ve cevaplardan sonra da kırık bir plak gibi dinlediğimiz bu söylemin yerine daha diyaloğa açık, daha çok soran ve irdeleyen bir söylem ortaklaşması arayışına geçebileceğimizi umuyorum.

Bu söylemi kullanan arkadaşlar ilk önce “sembollerin” kendi başına ırkçı olmadıklarını, sözler ve davranışlarla kanıtlanması gerektiğini öne sürüyor. Naziler tarafından kullanılan ve Yahudilerin soykırımının simgesi haline gelmiş olan svastika en büyük örneklerini teşkil ediyor bu grubun. Avrupa tarihinde bu sembol ırkçıdır ve bu ırkçılık davranışa dökülmüştür diyorlar. Ama, diye devam ediyorlar, mesela Hindistan’ın belli grupları için aynı işaret uzun bir tarihsel arka planda ruhani bir şekilde olumlu anlamları ifade ediyor. Wikipedia’dan alıntılıyorlar bunu. Ve nasıl orada svastika kültürel olarak farklı ise Afrika Gazetesi’nin logosu diye oturtulan maymunun da farklı olduğunu çünkü ırkçı bir pratiğe dayanmadığını söylüyorlar. Bu söylemi kullanan ekibe Wikipedia’nın söylemediği şey, bunu çöp adam argümanı olarak kullanmanın pek de iyi bir fikir olmadığıdır. Bilimde, karşısındakinin söylediğinin derinliğini hiç irdelemeden onu kolayca yıkılabilecek argüman geliştirmeye “çöp adam” argümanı denir. Hindistan svastika örneğini Kıbrıs’a uygulamaya çalışmaları Kıbrıs’ın tarihsel arka planını göz ardı ederek yapılmaktadır. Örneğe Hindistan’dan devam edelim. Eğer Hintliler, aralarında yaşayan önemli sayıda bir Yahudi grubun olduğu bir toplumsal yapı içinde, badem bıyıklı bir adamın ellerinde yükselen bir svastikayı sembol olarak kullansalardı, emin olunuz ki o toplumun içerisinde de çalkantılar çıkardı. Semboller kendi başına ırkçı değildir elbette ama semboller dinamiktir, hareketlidir ve anlamları da süreçler içerisinde değişebilir. Ama Kıbrıs’ta bu dinamik değişime gerek olmaksızın daha en başından üzerinde AFRİKA yazan bir yazıya maymun oturtmak kendine ait “spiritüel, ruhani” bir güzellikler demeti üzerinde oluşmamıştır. Bu sembolleri kullanış biçiminiz ve bu sembolleri taşıyan tarihsel arka planınız çok önemlidir ve maalesef Kıbrıs’ınki de ırkçılıktan arınmış bir tarihsel arka plan değildir.

Bu söylemi benimseyenler, özgül tarihsel arka planı da indirgemeci bir yaklaşımla ele almaktadırlar. Maymunun ırkçı temelleri Avrupa’dan çıkmıştır, Kıbrıslı’lardan çıkamamıştır diyorlar. Rumların tarihini eski Yunan ve kölelikle bağına taşıyabileceğimizi bildiklerinden olsa gerek “özellikle de Kıbrıslı Türklerle bağı yok” diye ekliyorlar. Kıbrıslı Türkler’in adadaki tarihini de Osmanlı’ya ve adaya köle olarak getirilen siyahlar olmasına bağlayabileceğimizi de düşünmüş olacak bu söylemi çıkaranlar. Kıbrıslı Türkleri bütün bu kölelikle bağlarından çözmek için “biz kendimizi yönetmiyoruz, alt yönetimiz ve işgaldeyiz, biz kendimiz koloniyiz nasıl ırkçı olalım?” sorusuna taşıyorlar. Kıbrıslı Türkler’in “siyah” ve “Afrika” algısının aslında Hindistan’da uzun bir tarihsel arka planla oluşmuş svastika sembolünden çok farklı olarak Avrupa’nın imgelediği siyah ve Afrika kavramları ile oluşturulduğunu göz ardı ediyorlar. Bizim tarihsel arka planımız siyahı ve Afrika’yı “güzel” gören bir imgeden gelmiyor. Dilimize bile yansımıştır. Bu söylemi kullanan akademik pozisyondaki kişiler dil kuramlarına da hâkim olduklarına göre dilimizi nasıl kullandığımızı iyi biliyorlardır ama pek konuşmak istemiyorlardır. Mesela, iş karışır ve çözülemez olursa bizim dilimizde “arap saçına” döner, yani olumsuzluğun dilimize vuruşu bile “arap”tır. Esmer kadın var mı çevrenizde? Bize “halayık” denir, sevilirken bile biz koyu tenli kadınlara “kölem benim” denilmektedir aslında. Bilincinizde olmayabilir ama kelimelerinizin tarihsel hafızası budur. Tepeden bakan, küçük gören ifadeleri ortaya koyduğunuzda da insanlar size “şaka ettiydim”, “lafın gelişi söylediğiydim”, “kötü bir maksadım yoktu” der. Bizim güzel Türkçemizde “maksadın” kötüyü getirmekten geri durmayacağına dair de söz vardır, “cehenneme giden yol hep iyi niyet taşları ile bezelidir”. Kötü niyet yoktu dedikten sonra, “bizden olsa olsa Afrika olur, Avrupa neyimize” dendiğini ortaya koyduğunda onun adı “mizah” olur. Sanki dünyada mizah hiçbir zaman aşağıda görüleni güldürü amaçlı bir araç olarak kullanmamıştır ve başkalarını aşağıya çekene gülebildiğimiz bir mizah sorun içermemektedir. Aynı svastika örneğini kullanan kişilerden biri, kendinden farklı düşünenlere az bildiklerini vurgulamak amacıyla “Kıbrıs eşeği entelektüelliği” basmaya çalışabildiğine göre de dilin toplumsal hafızadaki seyahatini de biliyordur mutlaka. Peki ya herhangi bir geri kalmışlık pratiğini kendi ülkemizde görürsek “Afrika’nın bile gerisine düştük” dememiz? Ya da bir Afrika ülkesi adı verilerek “ordan beter olduk” diye durumun “vehametini” anlatmaya çalışmamız? Israrla “davranışta ırkçılık ispatlayın” diyor bu söylemi kullananlar bize. Bu hodri meydan kendileri için sıkıntılı. Avrupa Gazetesi kapatıldığında “buradan zaten Avrupa mı olur olsa olsa Afrika” denilerek dalga geçildiğini hatırlamamanız için balık hafızalı olmanız gerekir. Balık hafızalı olan varsa Şener Levent’in maymununu savunmak için yazdığı yazıya baksınlar ya da biraz arşiv karıştırsınlar, söz uçar, yazılar bakidir. Afrika ismi Levent’in üslubuna uygun olarak, bulunduğu ülkeyi her daim küçümseme ve bunun üzerinden rejime eleştiri yapmaya dayalıdır ve Afrika kıtasının zihin haritanızdaki yeri köleleştirilen sonra da sömürgeleştirilen insanlardır. Kısacası çıkış noktası zaten bir koca kıtayı Avrupa’nın kolonileştirilmiş ötekisi olarak “alaycı” bir tavırla oraya yerleştirmektir, Avrupa yücelmekte, düzen ise Afrika sembolü altında aşağılanmaktadır.

Bizim ülkemizde ırkçı kökler öyle yeni çıkmış değildir. İçimizde, Şener Levent’in iddia ettiğinin aksine Avrupa adından da (bir başka emperyalizmi çağırdığı için), değiştirilerek Afrika yapılmasından rahatsız olanlar da olmuştu o dönemde (kim bilir arşivde taa o zaman benim yazdığım ve sorular sorduğum bir köşe yazısı bile bulabilirsiniz belki ‘Avrupa’ Gazetesi ile ilgili). Afrika adından rahatsız olanların bunu dillendirmemesi ya da çoğunluğun rahatsız olmaması tarihsel arka planımızda bu sembollerin ırkçılık içermediğini değil tam tersine ırkçı sembollerin hiç sorgulanamayacak kadar derinlerimizde kabul edildiğini gösterir. Bu sadece Afrika Gazetesi’nin sorumluluğu mudur? Hayır, toplum olarak hepimizindir, o yüzden de bir çoğumuz logonun değişmesinden yana tavır sergiledik. Kendi ırkçı temellerimizle yüzleşebildiğimiz için kulak veriyoruz bu değişim isteğine. “Bunca zaman sorun değildi de şimdi mi sorun oldu?” sorusunun yanıtını Metafor ve Metamorfoz adıyla yazdığım yazıda bulabilirsiniz detaylı olarak ama kısaca cevabı şudur: Talep aslında yeni değildir, Levent’in kendi yandaşları da 2014’teki bir haberle talebi bağlantılandırabiliyorlar. Ben bu rahatsızlığı adada 2009-2012 yıllarında akademideyken Afrika ülkelerinden gelen öğrencilerimden de duydum, sadece sesleri duyulmuyordu, sayıları görece olarak daha azdı. Her ne kadar da izole, korsan ve dünyadan kopuk yaşıyor olsa da adamızın üniversiteleri ve kapitalistleri ülkeye dünyanın değişik yerlerinden öğrenci ve işçi çekmektedir. Korsansız ama global hareketlenmelerden veya kapitalizmden soyutlanış değiliz. İçimizde yaşayan azınlık konumundaki insanlar çoğalıyor. Afrika Gazetesi’ne yapılan ırkçı sembollerden arınma talebi dünyanın her yerinde yapılıyor, her yerinde de isimler, logolar değişiyor, büstler yıkılıyor. Talepler var çünkü artık azınlık pozisyonunda bulunan insanlar sessiz çoğunluk olarak kalmayı reddediyor. Bu demokratikleşme ve o bayıldığımızı söylediğimiz “herkese insan hakkı” söylemimize çok yakışıyor. Bir sonraki yazı “alt yönetim” olma halimizle ilgili söylemin yapı sökümü olarak devam edecek.