“Sistemsel ırkçılık var, sistem elimizde değil, o yüzden Kıbrıslılar ırkçı olamazlar” söylemi kullananların iddiaları ve o iddialara önereceğim alternatif okumayageçen yazıda başlamıştım. Kaldığım yerden devam edeyim. “Sistemsel ırkçılık” söylemi, bu ülkede ırkçı polis olabilir çünkü o işgalci yönetimin polisidir diyor ve bireysel tavırların sistemsel ırkçılıkla karıştırılmaması gerektiğini söylüyor. Tanımını verdiğini, bunun “işlevselliği” olduğunu ve tanımların “işlevsel” olması gerektiğini söyleyen bu ekibin, sistemsel ırkçılık dediğine biz sosyolojide “kurumsal ırkçılık” (institutional racism) da deriz. Söylemin akademisyen olan kanadı, üniversitelerin de sistemin parçası kurumlar olduğunu biliyor ve söylemlerindeki bütünselliği ve istikrarı koruyabilmek için tedbir alıyor. Kendi çalıştıkları üniversitenin sahibinin Kıbrıslı Türk birisi olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklarından (ve bu konuda çok fazla da konuşamayacaklarından) üniversiteleri bu sistemsel ırkçılık tanımının her daim dışında tutuyorlar. Kendilerinin ve Kıbrıslı Türk mal ve mülk sahiplerinin de içinde bulunduğu kurumlarda ırkçılık olmadığını iddia etmeleri gerekiyor o çok güvendikleri “sistemsel ırkçılık” tanımına sadakat gösterebilmek için. Ne de olsa üniversitelerde hocalar sınıf idare ediyor, bölüm başkanı oluyor bölüm idare ediyor, dekan oluyor fakülte idare ediyor ve zincirin önemli halkalarında azımsanamayacak kadar Kıbrıslı karar mercilerinde oturuyor, rektör ve üniversitenin sahibi olmaya kadar. Kurumsal ırkçılıktan üniversiteyi aklamak için 20 yıla yakındır üniversitede hoca olduğunu, siyah öğrencilere karşı tek bir ırkçılık görmediğini iddia edenler oluyor. Sorgusuz ve emin, kanıtı kendisi ve gözlemleri. Bu söylemi kullananlar, ucundan dükkân, market, mağaza çalışanlarının ırkçılığını da ekliyor bu sistemin içine azıcık ama üniversiteleri hemen aklıyorlar. Kendi başat oldukları, hâkim durumda oldukları üniversitelerde görmemişler, kendileri yapmamışlar, o zaman demek ki yok!

Adım adım gidelim: “Sistemsel ırkçılık” diyorlar ve tanımdan bahsediyorlar ama kurumsal ırkçılığın ne demek olduğunu aslında tanımlamıyorlar. “Irkçılık sistem tarafından üretilir, bizde sistemin sahibi de işgalcidir, biz ırkçı olamayız” demeyi tanım addediyorlar. Ancak “kurumsal ırkçılık” nedir tanımlanmadığı için de kavramı çarpıtarak ırkçı bir baskı rejiminin altında ezilenlerin kendilerinin ırkçı bir devlet yaratamayacaklarını iddia ediyorlar. Sistemsel ırkçılık kavramını da sembolleri anlatmak için kullanmaya çalıştıkları svastika örneğindeki gibi, anlamından çıkararak kullanıyorlar maalesef. O yüzden “sistemselse mesela poliste varsa olur” diyorlar. Ama gelin biz “sistemsel ırkçılığı” tanımlayalım: Kurum (sağlık, okul, medya, iş yerleri vs. kurumlardır, devlete de ait olabilirler özel de olabilirler ama devletin düzenlemesi altındadırlar) politikalarının ve pratiklerin yapı içinde sürekli azınlıktaki bir grubu dezavantaja sürüklediği ve toplum kaynaklarından kasıtlı olarak yararlandırmadığı” anlamına geliyor (herhangi bir sosyoloji giriş kitabından bakabilirsiniz). Mesela “sistemsel/kurumsal ırkçılık” Amerika Birleşik Devletleri’nde siyahların önemli bir yüzdesini mülk sahibi yapmıyor. Evleri, iş yerleri, kendilerine ait mülkleri beyazlara göre azdır. Bahçeli evlerin, villaların sahibi beyazlardır, azınlıktakiler ise buralarda çalışan işçi pozisyonundaki insanlardır, inşaat işçileri ve sokakları temizleyen, yazın 40 derece sıcağında çiçek eken insanlar onlardır. Azınlıkların, özellikle siyahların, üniversite sahibi olmaları veya kendi içlerinden kapital tutan iş insanları çıkarabilmesi çok nadirdir. Ama ondan daha önemlisi mesela çocuklarının eğitim kalitesi düşüktür, yani çoğunluğu özel okullara gitmek şöyle dursun onların gidebildikleri devlet okullarında kalite ve imkanlar çok sınırlıdır. O okullarda okuyan çocukların üniversiteye gidebilmesi pek mümkün değildir. Dolayısı ile sistemik ırkçılık görenlerin çocukları daha çok ucuz iş gücü olan alanlarda çalıştırılır. Evlerinden bir mühendis, bir avukat, bir öğretmen, bir doktor, bir uluslararsası ilişkilerci çıkma oranı hâkim/başat gruba göre çok azdır. Yargı sisteminde daha çok tutuklananlar, resimleri boy boy suçlu diye medyada kapak edilenler başat beyaz gruptan çıkmaz, anaları babaları bir telefon açar, adını medyadan sildirir, karakoldan hızla çıkarır ya da yargı sistemine düşmesi gibi nadir bir durum olursa hemen aklanır. Yargı sisteminde olanlar ve hapse girenler çoğunlukla azınlık gruplardan olanlardır. Beyazlar bunun için “onlar suçlu, kültürlerinde var” derler mesela. Beyazların çocuklarının ölümü hiçbir zaman uyuşturucudan olmaz, gençken ölürse onun adı “ani ölüm” olur, “beyaz ölüm” değil. Azınlıklardan olan çocuklar “uyuşturucu bağımlısı” diye yaftalanır. Kendi gruplarından insanın daha az yargı süreçlerinde olmasını bu ağzılarından düşmeyen “sistemsel/kurumsal ırkçılık” tanımıyla açıklamazlar.

“Alt yönetim” “üst yönetim” tanımlamaları içerisinde Kıbrıslıları maddi kaynakları giderek azaltılan devlet okullarında okuyan, çoğunluğunun mülk sahibi olmasına fırsat verilmeyecek şekilde üniversiteye gidemeyen, profesyonel işlere konulmayan, yargı sisteminde en çok tutukluluk yaşayan grubu olarak imgeliyor bizlere bu söylemi ortalıkta gezdirenler.

“60 yıldır yaşadığımız gaddar ve merhametsiz (brutal diyor bir tanesi İngilizce metinde)” sistemin adı “sistemsel ırkçılıktır” ve bu bizim ırkçı olmadığımızın en büyük kanıtıdır diyorlar. Kıbrıs’ın özgün koşullarından söz etmek gerektiğinde semboller konusunda ısrarcı olan (ama bu özgün koşulları konuşmayı reddeden) bu söylemin kadrosu, sistemsel ırkçılığın tanımında Kıbrıs’ın Kuzey’inde kimlerin bu ırkçılığa uğradığını işaret ettiğini düşünmek istemiyor. Kıbrıslı Türkler’in Türkiye’ye bağımlılık ilişkisi, bunun ortaya çıkardığı çarpık düzen ve yarattığı toplumsal sorunları burada tarif ettiğiniz “sistemsel ırkçılıkla” ilişkilendirmeye çalışırsanız kendi mücadelenizi anlamsızlaştırıp yok saydırma tehlikesine girersiniz. Çünkü bu ülkede sizin yukarda verdiğiniz tanımın içine giren grup sizin odaklandığınız Kıbrıslılar değildir. İşçimizdir Kıbrıslı Türkler içinde bu memlekette en çok ezilen bütün diğer işçiler gibi. Ancak “bu memleket bizim” diye ezilme haykırışları atan memur sendikalarının kaçının COVİD-19’da bile işçilerle COVİD bitene dek üleşecekleri bir politikayı hayata geçirmek için mobilize olduklarını duydunuz? Doğrudur, sesi en çok çıkanlar zenginleriniz ve elit pozisyonları tutanlardır. Mesela gazeteci, akademisyen, sendikacı, turizmci olan bir avuç Kıbrıslı adam. Bunlar, kendi kapitallerini ve gücünü paylaşmak zorunda kaldığından, kendi için rahatsız olanlardır. Sorun da çokça budur.

O yüzden birbirlerine benzese de “yapısal ırkçılık” ve “yapısal şiddet” bizim için daha uygun düşünülmesi gereken bir kavramdır. Bu tanımdan yola çıkarsak kurumsal ırkçılığın ötesinde ve daha geniş olarak kendi ırkçılık sorumluluklarımızı da, kendi yaşadığımız şiddet biçimlerini de birlikte görebilme şansımız olur. Yapısal ırkçılık toplumu geniş bir perspektiften irdeleyerek tarihsel, kültürel ve sosyal açıdan ırkçılık ve eşitsizlik durumunu ele alacaktır. Bu şekilde irdelendiğinde, mesela Türkiye ile olan ilişkilerimizi, Rumlarla, Yunanistanla ve İngilizlerle olan ilişkilerimizle eş zamanlı ele almaya başlamamızı gerektirecektir. Hangi ezme sistemleri ülkemizde mevcuttur, tarihsel olarak hangi yapıların içerisinden Kıbrıslı Türkler olarak bulunduğumuz konuma oturduk ve oturtturulduk, bunda Avrupa Birliği’nin, Amerika’nın rolü ve etkinliği nedir? Kıbrıs her zaman için çoklu aktörlerin sahne aldığı ve “proxy” mücadelelerin üzerinden yürütüldüğü bir alandır. Bundan doğan yapısal durumu, kendimizi içinden çıkarmadan sorgulayabilir miyiz?

İrdelediğimiz söylemi kullananların tabiri ile “brutal” yani gaddar bir sistemin altında yaşıyoruz. Adı konulmuyor ama bu söylem, kendileri öyle olmasını istemeseler de biz Kıbrıslı Türkleri hiçbir sesi ve sözü olmayan, değişimin öznesi olamayan zavallılar olarak gösteriyor. Bugüne dek özne olamayışımız bunun imkânsızlığından değil oysa, nasıl özne olunabileceği konusunda alternatif düşünme modellerimizin olmamasındandır.

30 yıldır bu söylem ortalıklarda değişik aktörler marifetiyle dolaşıyor, hâkim muhalif söylemimiz budur.Yaratmaya çalıştıkları iyiye doğru bir değişim varsa bu söylemin ve yöntemin bunu başaramadığını kendilerini de içine katarak düşünebilirler mi? 30 yıldır bağırılıyor, eleştirilen sistem söylemle birlikte devam ediyor. Söylemlerin amacı değişim yaratmaktır. Bu söylem ihtiyacımız olan değişimi yaratmıyor. O zaman, sistemi besleyen sonu gelmez bir diyalektiğin parçası olduklarını görebilirler mi? Bizler Kıbrıslı Türkler olarak sesimizi ve mücadele alanlarımızı nerede tutmaktayız? Neye odaklanmakta ve neyin üzerine hiç gitmemekteyiz? Hangi sosyal, kültürel ve tarihsel yoğrulmaların sonucunda hep bir kurtarıcıdan öbürünün kollarına atlamaya çalışırken buluyoruz kendimizi? Neden hep tarihsel, sosyal ve kültürel olarak kendimize bir “düşman” seçiyoruz ve düşmanın ötesinde bir değerlendirme yapamıyoruz? Rumlar ve biz bu bağlamda aynı soruyu sormak zorundayız. İki taraflı aynı “öcü” pratiği üzerinden politika üretmekteyiz sürekli. Bu bize gerçek bir dönüşüm getirmekte midir? Sosyal ve kültürel durumdan irdelediğimizde şu soruları sormamız gerekir: nasıl olur da “yediği önünde yemediği arkasında” olan, “eziliyorum”, “irademi kullanamıyorum” diye en çok bağıranların arasında evlerinin metrekaresini epeyce büyütebilenler oluyor bu ülkede işçilerimiz göç ederken? “Burada bir koloni düzeni var biz de onun en büyük baş kaldırıcılarıyız” diyenler nasıl oluyor da en iyi pozisyonları tutuyor üniversitelerde? Tıp doktoru Steve Biko bunu söylediğinde başına ne geldiğini Güney Afrika’da düşünüyor mu büyük büyük laflar ettiğini zanneden üniversite hocaları bu “brutal” (gaddar) sistemin altında? Sormayacağımızı, bilmeyeceğimizi zannetmelerinin yapısal sebepleri nelerdir peki? “İşgal, işgal” diyen bazıları nasıl olabiliyor da memleketin sayılı zengin iş insanları arasında kalmayı başarabiliyor? İşler, üretkenlik, ülkesinde insan onuru ile yaşayabilmek işçi için biterken bu insanlar nasıl oluyor da Kıbrıslılıkları düzeyinde zenginliklerini devam ettirebiliyor? Meclise sürekli ve daima “bu alt yönetim altında ezildiği” söylemi ile seçilip ama bu meclisi ve maaşını bir kere bile boykot etmeyen, dünyanın başka yerlerinde tanımadıkları sistemlerin meclislerini boykot eden insanlar gibi neden olmadıkları ile ilgili ipuçları bulabilir miyiz içinde yaşadığımız yapıya kendimizi de koyarsak? Ama sadece sağ kanadı ya da boykot ettiğimizi söylediğimiz “düzenin” sol partilerini değil, kendimizi de?

Kendine “icazetsizim” diyen ve bir mücadele fenerine döndürülen bir gazetenin, sahteci ve intihalciliği kanıtlanmış bir büyükelçiden davasını çekmesi için özür dilediği halde neden bir saniye bile olsun sorgulanmadığını düşünerek içinde yaşadığımız yapıya bakarsak, bize ne gibi ip uçları verecektir? Neden icazetsiz olunamadığına inandığımız bir ülkede “mükemmel” bir icazetsizlik fantezisine ihtiyacımız olunduğunu sorabilir miyiz? Dahası bu sorunun gerektirdiği cevaplarla yüz yüze gelebilmeye cesaretimiz var mıdır? Kendi ötekileştirmelerimizin nerelerde ortaya çıktığını görmek için cesaretimiz var mı peki? Artık kurtarıcı aramama, ulvi şahsiyetler ve kahramanlar yaratmamak cesaretimiz var mı? Tapınmamak ne bir lidere ne bir düşün önderine, var mı böyle bir gücümüz? Kendi siyasi oluşumumuzu irdelemek cesaretimiz var mıdır?

Solun mücadelesi eğer temelinde siyasal, sosyal ve kültürel özgürleşme ise, sisteminin içerisinde ezilen her gruba yönelik açılımları düşünmesinden geçer. Aksi halde çoklu seslerin ve dolayısı ile çoklu mağduriyetlerin global dünyanın etkisiyle arttığı bir ortamda “ülkemde mağdur sadece ben olabilirim, benim ezilme sesimden daha çok ezilme sesi kimse çıkarmasın” durumuna düşersiniz. Feministler buna “ezilme olimpiyatları” der o yüzden. Burada mesele kimin daha çok ezildiği değildir. Kimin kimi ezme durumunda olabileceğidir. Kıbrıslılar başat durumdadır, kendi ezilmişlikleri içerisinde ellerinde bulunan alanda ezme pratiklerini de hayata geçirebilecek konumları da vardır. Kıbrıslı olarak bizlerin ezilmesinin sebebi çaresizlik, düşkünlük değil, özgürleşmeye dair planlarımızdan daha çok kapitalist kazanç kapılarını bulma planlarımızın ağır basmasıdır. Buna gazete sahipleri de dahildir.

“Ben alt yönetimim o yüzden de yaptıklarımdan sorumsuzum” söylemine sığınanlar, 45 senede ülkede ortak oldukları pek çok yanlıştan kendilerini sorumsuz ilan ettiler. Hükümetlerin yolsuzluklarını “alt yönetim hükümetlerine” bahşettiler ama kimse mesela yasak dere yatağına ev yapmaktan kendini sorumlu tutmadı. Alkol tesirinde araba kullanan çocuklarının ceza çekmesini kimse kabullenmedi, “benimkine ayrıcalık geri kalanlarda düzen” dedi ama herkes birden dedi. Eğitimimize müdahale ediliyor dendi ama kimse çocuğu sınıfta kalacağı için öğretmenlere tanıdıklar aracılığı ile baskı yapıldığını, “ahbaplığın ve sadakatin” değerinin “ayrıcalık ve torpil” ile eş tutulduğunu konuşmak istemedi. Benim kültürüm elimden alınıyor, haysiyetim elimden alınıyor denildi ama hiçbir siyasi gücü olmadan bu ülkeye gelen siyah öğrencilere “sen kim oluyorsun da bana benim ülkemde bu ırkçı bir semboldür diyebiliyorsun?” diyerek yapılmadık hakaret bırakılmadı. Çoklu mülk sahibi olabildiler bu sistemde, havuzlu villa yaptırabildiler ama kimse lüks malzemeye ekstra vergiyi onaylamadı. İşgal dediler demesine ama en muhalif görünen gazeteler dahi Kıbrıslı iş insanlarının nasıl öğrenci adı altında getirilen gençlerin ucuz iş gücü diye kullanıldığını derinlemesine deşmedi, düzeltilmesi gereken “acil”” bir sorun olarak görmedi.

Yapısal ırkçılıklara bakın, ama sadece “üst yönetimden” gelenlerine değil. Hepsine bakın. “Hepsi bitti bir bu Afrikalı öğrencilerin maymunu ırkçı bulması mı kaldı?” dediniz mi hiç? “Hepsi bitti ben hastanelerde sıra beklerken burada uyuşturucu ve fuhuş batağında olan Afrikalıların durumunu öncelik edeceğim” diyeniniz oldu mu? Bu gençlerin bazılarının bu ülkede kimin tarafından bu yollara sürüldüğünü, işçi olarak sömürmekten kimlerin para kazandığını, nasıl onları suçlayıcı tonda laflarla andığınızda kendi içinizdeki sömürücüleri nasıl ört bas ettiğinizi sorgulayacak cesaretiniz var mı? Ezilme olimpiyatlarından vaz geçmek, neden mağdur pozisyonunun bize ait olduğunu ispatlamaya çalışmak yerine, her türlü ezilmişlikle mücadele etmemiz gerek. Freire’yi ne kadar tekrar etsek azdır. Ezilmemek için önce ezmekten vaz geçmemiz gerekmektedir.