Sivil toplumun, siyasetin, akademinin başını çekmesi gerekenler halka korkutucu ve tedirginlik verici mesajlar veriyor. Kimi öğretmen kılığında “tek bir tarih kitabı”okuduğunu, yeni çıkan bir tanesinin de okuyacağı “ikinci” kitap olacağı ile övünüyor. Çok yönlü, bir sürü, farklı yaklaşımlardan gelen tarih okumaları yapalım diyemiyor. Neden? Bir akademisyen bir TV kanalının herkesin sesine yer vermese de havuz medyasına eleştiri dururken eleştirilmemesi gereğini ifade edip “susun” diyor. Hepsini eleştirelim, hepsinin susturuluşuna karşı çıkalımdiyemiyor. Neden?

Yerel seçimler de bu akıl tutulmasından nasibini almış görünüyor. Siyaset iyice abuk sabuk bir hal aldı ada yarısında. Yerel seçimlerde seçmene sunulan menü ve ardından gelen tartışmalar gerçekten seviyeyi düşürdükçe düşürüyor. Kendi içinde olduğu ekibe (yani kendine) hayranlık nameleri sunan bir başka “akademisyen” okunmayacak makaleler yazmaya gerek olmadığını ortaya atıyor. Hem de argümanının içinde hiç yeri olmamasına rağmen araya sıkıştırıyor bu fikri. Siyasi yapıda ne olursa olsun, makalelerin yazılmamasının ve yazılanların okunmamasının ne vahim bir şey olduğunu söylemek ve akademik kimliğe yakışır şekilde eğitimli, gözü açık seçmen oluşturmak vazifesi yerine, “yazılabilir ama zaten okunmuyor, ne gerek var” mesajı veriyor çok sevdiğini söylediği toplumuna. Ada yarısındaki bu tip akademisyenler acaba yazılanların okunmadığı safsatasına inanıyor olabilir mi? Neden bu argüman? Dünya okuyor, siz geride kaldıysanız o sizin aynadan yansımanızdır, geneli ifade etmiyor. Seçim boyu tek adamlardan, lider propagandalarından bıktığını söyleyen ve “ekip” ruhu öne çıkaran propagandaları öven gazeteciler (yerel seçimde belediye başkanı seçerken ilginç bir iddia), seçimin hemen ertesinde “ekip” öne çıkarma iddiasından vaz geçip, sonuçlardan “bir tek adam, bir lider” çıkarabiliyor. Neden? Aynı insanlar seçilmezlerse müdahaleci üst yapı tarafından iradelerinin ellerinden alındığını, haklarının yendiğini haykırıyor, seçilirlerse halkın büyük bir irade göstererek kendilerini seçtiğini iddia ediyor. Neden? Çünkü bu teklikler (sadece iki kitaptan öğrenin, yazmayın zaten okunmaz, sadece bir tarafı eleştirin, tek adamcılık, lider arayış sızlanmaları) ve zıtlıklar (seçilirsem ben seçildim, seçilmezsem seçtirmediler; seçilirsem halk iradesi var seçilmezsem halk iradesiz, ekiplere oy verir gibi yapın ama sonuçta lider çıktığına inanın) tek bir şeye yarıyor: sistemden yarar sağlayanların sistemle beraber kendilerini idame ettirmesine. O yüzden tekil ve zıtlıklarda yaşatılıyor halk.

Sivil toplumu siyasetle bulayanların okumaya, yazmaya, düşünmeye pek ihtiyacı yok. Dertleri parti ve lider için şıngırdak çalmak ve kayıkçı kavgasında dalaşmak. Bu dalaşmaların anlamsızlığını bir kaç “demokratik” ilkeyle hatırlatalım:

1. Kimse örgütlü partilerin başkası nam ve hesabına seçime aday çıkarmamasını beklememelidir. Demokrasi çok seslilikten güçlenen bir yapıdır.

2. İki dönemden sonra her düzeydeki yöneticinin değişmesi gereklidir. Bu değişimi demokrasinin hedeflemesi gerekir. İnsanların sandalyelere çakılması demokrasi için faydalı değildir. Aynı insanların macera olmasın ve belli odakların işine yarıyor diye koltuklara çakılı kalmasını talep etmek ne “memleket sevdasıdır” ne “halk aşkı”.

3. Seçime yeniden aday olan seçilmişlerin, yumuşak, sevecen, toz pembe” sloganlar atması normaldir, kendi kendilerine eleştiri yapacak halleri yok. Pasif-agresif olmak, agresif olmaktan hali hazırda koltukta olan için daha iyi bir stratejidir. Genelde pasif agresiflerdir çünkü yandaşları propaganda döneminde hiç de aşk ve barış siyaseti yapmaz. “Güzel insanların siyaseti” olunduğundan değil, taktiksel bir durumdur bu. Aynı şekilde var olanın hizmetlerindeki eksikliklerin üzerine kıyasıya gitmek demokratik ilkenin özüdür. Hesap sormak seçimin gereğidir. “Sadece her aday aşk konuşsun” diye bir hesap sorma ve eksik belirtme olmaz. Eleştiri demokrasinin özüdür, kimse eleştirilmesin, “sol solu eleştirmesin” diye bir argüman demokratik değildir.

4. Makamlar aşk meşk yeri değildir, hesap verilebilirliğin, sorumluluğun konuşulmasını engellemenin üzerini örten mide bulandırıcı bir tutumdur bu. Kadınlara koca dayağı cennetten çıkar demekten hiç farkı yoktur siyaseti aşka romantizme döndürmenin. Şiddet aşk lafıyla örtülemeyeceği gibi siyasetin hesap verilebilirliğinden de aşkla vazgeçilemez. “Ama ben aşığım size, o yüzden sormayın, eleştirmeyin” diye siyaset olmaz. Tekrar edelim, aşkınızı lütfen makamlardaki insanlarda aramayınız, makamlardaki insanların aşkını meşkini de size olan sorumluluklarının yerine koymayınız. Siyasette romantizm ile sömürü, kurbağayı yavaş yavaş kaynatmakla eşdeğerdir.Başınıza ne geldiğinden haberiniz bile olmaz. Hala geç değil, sorgulamaya ve hesap verilebilirlik üzerinden siyasetçileri izlemeye dönebilirsiniz.

Siyasilerin ve saz arkadaşlarının saçma sapan konularda birbirleri ile dalaşmasına kanmayın. Bu kayıkçı kavgası sistemin hiç değişmeden aynı insanlara yaraması içindir. Önden dalaşacaklar, arkadan “bir dönem sana, bir dönem bana” diyerek hep aynı kadroların hem soldan hem sağdan yararlanmasına devam edeceklerdir.

Birbirlerine saldıran, birbirlerine cevap veren bu insanların hepsine sorun: neden gerçekte birbirlerini zora sokacak soruları hiç sormazlar? Propaganda paralarının suyu, parti içi hesaplaşmalarla oluşturulan partiler arası ara kesitler, halk fakirleşirken siyasilerin ve saz arkadaşlarının nasıl zenginleştiği, nereden buldun soruları, bunların hiçbiri neden konuşulmaz ada yarısında?

Kayıkçı kavgası! Sonucunda babadan oğula kıza kimileri vekil, kimileri yerel yönetimde, kimileri müsteşar, kimileri burslu yurt dışı eğitimli. Ama hep aynı kadrolar halk fakirleştikçe zenginleşir. Sağ fikriyatı ve partileri sahiplenenler vatan-millet-Sakarya ile, sol fikriyatı ve partileri sahiplenenler insan hakkı, kadın hakkı, engelli hakkı, çocuk hakkı, mülteci hakkı diyerek sistemin fayda sağlayanları olur. Bu siyasetleri için kullandıkları grupların hiçbirinin durumu yüzdelik olarak iyiye gitmezken, bunları konuşanların cepleri yüzdeliksel olarak daha iyi noktaya ulaşır her daim. Sizin döneminizde kaç kişiye yemek verdiğinizle değil, yüzde kaçın daha da fakirleştiğine bakarak anlamanız gerekir verilen “hizmetin” anlamını. Unutmayın, geçtiğiniz on yılda bu ülke hem sağ, hem sol hükümetler de, cumhurbaşkanları da, yerel yöneticiler de gördü. Kimse öbüründen daha az sorumlu değil. Anaları babanları siyasetçi olanlar bugün kendileri ebeveynlerinden daha iyi noktadayken, işçinin çocuğu kendinden iyi noktada değil. Siyasi sahnede yaşanan kayıkçı kavgasıdır. Unutmayın, üç gün sonra aynı meyhane masasında dalaştıkları ile yiyip içecekler, adına da “işte biz böyle demokrat, böyle güzel, böyle birbirine aşık insanlarız” diyecekler. “Kıprısımızın” zengin sofralarında oturabilenlerin sayısı azalırken onların meyhanelerinin ve sofralarının zenginlikleri artarken hem de.