“Çözümcü” gruptan “işgal” söyleminden gelen kendine de “solcu” diyen bir tanıdığım aylar önce bana “söylediklerinde çok doğruluk var ama daha yumuşak yazsan” demişti. İnsanı insana kırdırtmak amacıyla kullanılan “işgalci yerleşikler” söyleminin içinde insana dönük nefreti barındıranların sizden eleştirilerinizi “yumuşatmanızı” istemesi ne garip değil mi? Benim yazılarım sizleri kimseye karşı nefrete sürüklemez. Rahatsızlığın sebebi kendi siyasetine dönük eleştiri yapmanın zorluğundandır. Epeyce bir insan, rahatsızlıkların üzerine gitmek yerine savunmaya geçer veya saldırganlaşır. Rahatsız olmayı kabul eden kişiler öze dönük eleştiriye kendini açar. Kendini her konuda mağdur ve hatasız gören herkes başkalarını suçlar, kendini de “sütten çıkmış ak kaşık” olarak görür ve gösterir. Bugünkü yazı da yumuşatmadan yazılmıştır.

Amacım her daim olduğu gibi düşünmeye kendimizi toplum olarak zorlamaktır. 47 yıldır içinden geçtiğimiz süreçler öğrenme süreçleriydi ama bu öğrenmenin yaşanması için sorgulamak şart. Ada yarısı demokratikleşme mücadelesinde genç bir topluluktur. Bazılarımız örgütlü yapıların içinde yıllarını verdi. Bu mücadelelerin hatalarını görebilmek bizi ileriye taşıyacaktır. 30 sene bir mücadele yapıp aynı yere sayıyorsanız ya da daha kötüye gittiyseniz durumu incelerken “daha farklı ne yapabiliriz” diye sormanız gerekir. Çoğu insan bağlı olduğu örgütlenmelerin kökündeki sorunları görürse zamanını boşa harcadığını düşünür ama tam tersine görerek ve öğrenerek evrilirsek ancak değişimi başarabiliriz. Örgütlenmelerimiz bizim öğrendiklerimizle ilerlemeyi reddederse de onlardan koparak yeni fikirleri oluşturarak değişimi sağlayabiliriz. Örgütlülük önemlidir ama herkesin aynı şeyleri söylemesi örgütlülük değil, düşünsel süreçlere kurulan tahakkümlerdir. İçinde çok sesliliği barındıran örgütlülük eleştiriyi ve değişimi yaratır.

Solun içinde irili ufaklı gruplar var. Çoğunun içindeki insanların hangi profesyonel meslekle uğraştıkları belli değil. Yani geçimlerini nasıl sağladıkları muğlak. Marx’ın temel aldığı yoldan başlayalım: para. Bu grupların mali kaynakları nereden gelmektedir? Bizim paramız yok diyenler partileri/oluşumları içinde profesyonel barındırabiliyorlar, bazılarının parti yayın organları var, yurt dışı toplantılara katılabiliyorlar. Kaynakları nedir? Türkiye’nin kaynaklarından yararlananları afişe etmek en büyük stratejileri ama kendileri ile ilgili bu soruyu sordurtmuyorlar bile. Parayı veren düdüğü çalıyorsa, bu oluşumların düdüğünü kim çalıyor?

Bugün durmadan “para alarak oy kararı veren” insanların seçimi etkilediklerini söylemek ana çıkış noktası olanlar hepimizin çok iyi bildiği gibi kendileri de para alarak politik davranış belirliyor ve söylem yayıyor. Üretilen politikalar verilen oylar kadar sistemi etkileyen unsurlardır. Para alarak söylem belirlediklerinde eleştirdikleri şeyi kendileri de yapıyorlar. Fark nedir? Kendi inandıklarından para almayı “ulvi” birşey, kendi inanmadıklarından para alanları “satılmış” görüyorlar. Hem sağ hem sol aynı şekilde bir ayna yansımasından birbirini görüyor.

Solun içinde söylemlerin taşıyıcısı olanların kayda değer kısmı kendi kimliğinden nefret ediyor. Kıbrıslı Türklere uzun yıllardır hep tercihler sunuluyor “Kıbrıslı” mısınız “Türk mü”. Bir grup birinciyi bir grup ikinciyi vurgulayarak politika üretiyor. Yıllarca bunlar üzerinden koparılan kavgalarla zamanımızı harcadık. Kıbrıslı olduğunu söyleyenlerde kimliklerindeki Türke karşı derin bir nefreti hala görebiliyorsunuz. Bu çokça “batı” ve beyaz adamın Türk algısından ileri geliyor. Kıbrıslı Türklerden sürekli kendilerini Türklükten ayrıştırması isteniyor. Bir gazetenin baş yazarı öyle bir içselleştirmiş ki öğrencilik yılları anlatırken “Batılının Türk kelimesini küfür diye kullandığını” yazıyor. O yüzden kendini ondan farklılaştırmakta bulmuş yolu. “Kardeş senin bu yaptığın ırkçılıktır, insan her yerde insandır” diyemiyor Batılıya. “Senin de geçmişinden bugüne, kölelik, sömürü var, sana da mı küfredelim, doğru olur mu?” diyemiyor. Ne yapıyor onun yerine? Kendi kimliğindeki “Türk” ten beyaz adam etkinliği ile nefret ediyor, “ben onlardan değilim” derdini ispatlamaya düşüyor. Halbuki haç da çıkarsalar, adlarını yazışlarını değiştirseler de karşılarındaki kendilerini hep “batı dışı” algılamaya devam ediyor ve hep “daha az Kıbrıslı” görüyor. Durum diğer tarafta da aynı, Türkler de hep daha az “Türk” görüyor. Kıbrıslı Türklerin maalesef kendi özgün kimliklerine sahip çıkmak yerine Türklere veya Batı’ya kendilerini “kanıtlama” ihtiyacı var. Kendi kimliğinin herhangi bir parçasını reddetmekle, hatta kendinden nefretle özgürleşmeye giden yol açılabilir mi? “Biz daha çok Türküz” diyenlerin özgürleşme yolunu açamadığı gibi “biz daha çok Kıbrıslıyız” diyenler de bu özgürleşmeyi açamayacaktır. Kimlikler kesişimseldir. Yani bizi biz yapan, özgün kılan, Kıbrıslı Türk olmaktır. Ne Kıbrıslı olmadan Türküz, ne Türk olmadan Kıbrıslı. Kesişen kimliklerimiz bizi “özgün, biricik” kılıyor. Kendinden nefret, ya da iki kimliği arasında hiyerarşi kurmak (Kıbrıslı-Türk) kaçınılmaz olarak birilerinin “daha üstün” olduğunu düşünmeye bizi itiyor. Kıbrıslı Türklere Rum tarafından gelen telkin sürekli “Kıbrıslılığa yakın olduklarını” ispatlamaları. Uğraşları, dillerini evirmeye çalışmaları hep o “birlikteliği” yakalamak için. O yüzden Kıbrıslı Türk yerine muhtelif adlar takılıyor. “Türkçe konuşan Kıbrıslılar” mı diyenler istersiniz, Kıbrıslı Türkü birleşik yazıp Türklüğünü küçültmeye, önemsizleştirmeye çalışanlar mı istersiniz. Sizinle “ortaklaşmak” için kendinizi “evirmenizi, değişmenizi, vurgularınızı değiştirmenizi” dayatanlar sizinle ortaklaşmak mı istiyor gerçekten? Bütün farklılıklarınızla ortaklaşmanız mümkünken ve gerekliyken bu “evirme” çabası neden? Olduğunuz gibi kabul edilememeniz olabilir mi? Kıbrıslı Türkler bu kimliklerin her ikisidirler de. Bu ikisi olma durumu da onları hem bu iki gruptan ayırır hem de ayrı ayrı bu iki grupla ortaklaştırır. Bu pozisyonu bir ayrıcalık olarak göremeyenler ve birinden kurtulmaya ya da bir kimliğini “küçültmeye, önemsizleştirmeye” çalışanlar, her daim karşısındakinin kendisini görüş şekline kendini sığdırmaya çalışmaktadır bir parça. Daha bu ezilmişliği aşamamış bir insan grubu, kendini ezen tarafından yönlendirilerek istenileni söylemek üzere politika geliştirmekten uzakta durabilir mi? Sağ ve solun farklı “ezenlerinin” olması ezilme tecrübesini ve tahakküm ilişkisini devam ettirdikleri gerçeğini değiştirir mi? Solun içinde de sağdaki gibi “ego” patlaması yaşayan “liderlerin” olmasının en temel sebebi, birilerinin kendilerini ezmesini kabul etmeleridir. Ancak ezme ezilme ilişkisini kabul edenler halklarına ya da örgütlenmelerindeki insanlara karşı ego patlaması ile tahakküm kurmaya çalışırlar. Ezilen, ezmek ister. En büyük ezilme de kendinden nefretle oluşur.

Koloni/sömürge düzenine karşı olduğunu söyleyenlerin para kaynaklarını açıkladıktan sonra açıklamaları gereken başka sorular da var: Hangi anti kolonyal söylem “insanı insana kırdırtma ve nefret yayma” üzerinden oluşabilir? Anti-kolonyal mücadele 30-40-50 sene önce çoğunlukla da yapısal zorlamalarla kendini Kıbrıs’ta bulan, çoğunluğu burjuva olmayan, gözünü burada açmış insanlara “hakkımızı gasp eden işgalciler” etiketini koyar mı gerçekten? Onun adı anti-kolonyal mücadele midir?

Soralım ama soruların cevaplarından da kaçmayalım: Türkiye’den bugün aktarılan nüfus ve var olan nüfus politikaları Kıbrıslı Türk sermayedarların da işine gelen bir uygulama mıdır? İçimizde “boykotçu” olan sermayenin parçası grupların “işgal” söylemine sarılması, ya da sarılanları yanında çalıştırması, ucuz iş gücünden yararlanışlarının üzerini örtmekte midir? Nüfus politikaları 40 yıldır devam ederken, Kıbrıslı Türk oligarşi meclise her daim seçilip, istediği her şeyi kendi sınıfsal çıkarlarına göre elde etmekte midir? Bağıranlar “işgale” mi bağırıyor yoksa “dışarıda kaldıklarını” düşünmeye mi? Neden halk arasında nefret yaymakta hiçbir süzgeci olmadan her istediğini rahatlıkla söyleyebilenler “çözüme dek yapılacak hiçbir şey yoktur” derken, Türkiye’nin adadaki varlığının Kıbrıslı Türklerle direkt bağlantılı olduğu gerçeğinden hareketle politika üretmemektedirler? Bu vurguyu önden yapmak yerine arkadan yaparak hangi pazarlıklarla kendi ceplerini doldurmaktadırlar? Nasıl olabiliyor da “nüfus politikası” üzerinden insanı insana kırdırmaktan başka hiçbir şey yapmayan, “işgalciyi” gariban insanlara indirgeyen söylemlerin başında oturanlar sistemden en çok parayı çeken, evlatlarını en iyi yurt dışı okullarda okutan insanlar olabilmektedir? Sorulara sonraki yazıda devam edeceğim.