AB Destek Ofisi Bölüm Başkanı Michael Docherty, 10 Aralık 2021’de İnsan Hakları Platformu Projesini (İHPP) açıklarken, bu platformu Kıbrıslı Türkler için bir “dönüm noktası” olarak niteledi. Esasen, sivil toplum üyeleri devletten ve siyasi partilerden bağımsız kişi ve örgütlerden oluşur. Bu platformun açıklanmasında da bu bağımsız kişi ve örgütlerin amacının insan hakları ve demokrasinin ilerleyebilmesi için çalışmak olduğu söylendi. Bu projede çalışanlar “insan hakkı savunucusu” olarak tanımlandı ve yönetimin bu insan hakkı savunucularından rahatsızlık duyacağı ama bu zorlu görevde çalışacakları ifade edildi. Michael Docherty platformun “bekçi köpeği” vazifesi göreceğini ama sadece havlamayacağını, bu sefer ısıracağını dile getirdi. Proje’nin farklı tematik konularında çalışanlar da bu söylemi benimsiyor görünüyor. Bayrak Radyo’da “kırılgan sosyal gruplardan gelen insanların insan haklarının korunması ve sosyal adalet için var olan engelin bu konular için ayrılması gereken bütçe değil, yönetenlerin bu konulara karşı isteksizliği ve ilgisizliği” olduğunu, kendilerinin de platform olarak sorumlulukları hatırlatacaklarını, hatta kendilerine ulaşan ihtiyaç sahiplerinin savunuculuğunu yapacakları” yönünde açıklamaları oldu.

Ada yarsının anlaması ver üzerinde kafa yorması gereken şey “sivil toplumun” devlet destekli veya siyasi parti mensubu olanlar tarafından fonlanması, iş ve pozisyon tutması “sivil toplum kuruluşlarının” etkinliğini ve tarafsızlığını ortadan kaldırır. Sivil toplum olabilmeniz için aslolan herhangi bir siyasi partinin parçası olmamaktır. İnsan Hakları Platformu Projesi adı altında Kuzey Kıbrıs’taki sivil toplumu bir çatı altında toplama gibi büyük bir amaçla kurulan bu Platform “bağımsız sivil toplumcular” tarafından yürütülmemektedir. Proje koordinatörü Derya Beyatlı, bağımsız bir kişi değildir. AKEL’in AB Parlamentosuna seçilmiş parlamenterinin Kuzey’deki resmi temsilcisidir. AB fonu ile tüm sivil toplumu bünyesine alamaya çalışan bu proje, sonucunda ortaya koyduğu faaliyetler ve söylemlerle politik olarak bir siyasi partinin ve ona direktifi veren AB ülkesinin güdümünde hareket edecektir. Siyasi partiler, siyasi parti olarak faaliyet göstermekle yükümlüdür, kendi ideolojilerini ve politik çizgilerini sivil toplumun başına geçerek yapmaya kalkarlarsa, süreç içinde sivil toplum ortadan kalkar ve parti tahakkümü oluşur.

Güney Kıbrıs’ta yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleriasimilasyoncu bir ilk adımdı. Görüntüde bir “özgür seçim” havası yaratıldı ve AKEL’inve AB’nin uygun gördüğü aday seçtirildi. Bunun neden sorunlu bir seçim olduğu konusu önceki yazılarımda mevcuttur. Kısaca değinirsek, herhangi bir kota ve federal ilkeye sadakat gösterilmeden, Kıbrıs Cumhuriyetini şu anda tekelinde tutan Rumların karar mekanizmalarını tek başlarına ellerinde tuttukları bir siyasi yapıyı kabul ettiren, yani üniter devleti hayata geçirmenin ilk adımıydı. Kıbrıs’taki AB parlamento seçileri de Kıbrıslı Türklerin mevcut sistemde bir yetkileri olmayan Kıbrıs Cumhuriyetine “bireysel düzeyde entegrasyonunu” sağlayacak bir “projeydi”. AB parlamentosu üyesi de, Kuzey’deki temsilcisi de sürekli olarak söylemlerinde Türkçe AB’de kabul edildikten sonra Kıbrıs Cumhuriyet’inde AB vatandaşları olarak yaşayacağımızı, bunun Almanya’da yaşamaktan farklı olmayacağını” bize telkin ediyor. Bu proje, Rum politik partilerinden birinin seçilmiş üyesinin söylem ve politikalarını hayata geçirmek için AB tarafından fonlanıyor.

Burada aklınızda tutmanız gereken önemli bir bilgi AB’nin bir “insan hakları örgütü” olmadığıdır. AB, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de bir politik aktörüdür. AB’nin güçlü devletlerinin hem adada hem bölgede kendi milli çıkarlarını güttükleri politik gündemleri vardır. Kıbrıs’ın her iki tarafı da küresel jeopolitik rekabetin politik bir aracından başka bir şey değildir. Bu güçlü devletler, kendi milli çıkarlarını gizlemek için AB’yi ve verdiği insan hakları fonlarını kullanmaktadır. An itibarı ile de çıkarlarını Kıbrıslı Türklerin politik eşitlik temelindeki haklarını tanımak yerine, Kıbrıs Cumhuriyetineüniter devlet altında asimile olması politikasını gütmek olarak tanımlıyorlar. İnsan Hakları Platformu proje koordinatörü de, projenin değişik temalarında çalışanların önemli bir kısmı da, AB söylemi ile uyumludur. Kuzey Kıbrıs’ın gayrı yasal olduğu ve Kıbrıs sorununa bir çözüm bulununcaya dek Kuzey’de hiçbir iyileşmenin olamayacağı fikrini benimsemektedirler. Son 20 yıldır AB parası ile Kıbrıslı Türkler insan hakkı ihlalleri ile ilgili epeyce rapor oluşturdu ancak yıllar içerisinde iyiye evrimle olmadı. AB söylemleribu iyiye evrilmenin olmama sebeplerini de içinde gizler. Yapılan raporlamaların temel amacı, Kuzey’de etkin ve işlevsel bir politik mekanizma kurulamayacağını “ispatlamak” içindir. AB fonları ile “barışı” destekleyenler “sivil toplum” veya “siyasi partiler” altındadır veya “iş insanları” olarak bu söylemlerin taşıyıcısıdır. Hepsinin de ortak mesajı AB tarafından fonlanmış fikirdir: “Kıbrıslı Türkler sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatlarında herhangi bir olumlu değişimi federal çözüme dek sağlayamazlar”. Ama aslında, öngörülen “çözüm” bir federasyon değildir. Çözümün federasyon olacağı söylemi bir kandırmaca ve illüzyondur. Bu kandırmacanın sebebi, Kıbrıslı Türklerin durumları ne kadar kötüleştirilirse kötüleştirilsin iki toplumlu, iki kesimli federasyon formülünden vazgeçmemeleridir. AB fonlu örgütlenmelerdeki öğreti Kıbrıslı Türklere kendi toplumsal geçmişlerinde Rumlara karşı olan şiddetlerinden “utanmak ve bunu açıkça konuşmaya”yönelikken, bu öğretinin diğer boyutu da Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere yönelik şiddetini “unutmak ve kendi travmalarından utanmak” yönündedir. Bu öğretiye rağmen gerçeklikler devam etmektedir. Kıbrıslı Türklerin travmaları da Kıbrıslı Rumların travmaları kadar gerçektir ve bu gerçeklikler çoğunluğun iki toplumlu, iki kesimli federasyonu çözüm olarak istemelerinin sebebidir.

AB yalnızca Kıbrıslı Türk sivil toplumu Avrupa Parlamentosunun bir üyesine teslim etmekle kalmıyor, sivil toplumu ellerine teslim ettiği insanlar Kuzey’de devlet mekanizması işlevsel olursa bunun adanın birleşmesine engel olacağına inanıyor. Bu mantıklı olmasa da politik bir varsayımdır. Kıbrıslı Türklerin kendi ayakları üzerinde durabilecekleri bir sistem kurabilmeleri onları federal çözüm arayışından uzaklaştırmaz. Kıbrıslı Türkler daha yetkin olursa bunun getireceği tek sonuç görüşme masasında güçlenmiş, eşit şartlarda taleplerde bulunabilecek bir konuma gelmeleridir. Kıbrıslı Türklerin sistemli olarak güçsüzleştirilmesi, federal çözüm yerine üniter devlet formülünü kabul etmeleri için kendilerini köşeye sıkıştırmaktır. AB söylemini taşımak için fonlanan sivil toplumun ve siyasi partilerin o yüzden de hâkim söylemi şudur: “kurtuluş için tek yol federasyondur bunun da kanıtı işlevsel, çalışan bir devlet mekanizmasının Kuzey’de kurulamamasıdır”.

Aslında karşımızdaki bilmece basittir ama görünmez kılınmaktadır. O yüzden birtakım sorular ile durumu açığa çıkaralım: Kıbrıslı Türklerin etkin, işlevsel bir devlet mekanizması ile kendi toplumlarını yönetebilmesine şiddetle karşı olanlar, Kıbrıslı Türklerin demokrasisini ve demokratik mekanizmalarını güçlendirmeyi hedefleyebilir mi? Böyle bir hedef, samimi bir şekilde hayata geçirilmeye kalkarsa doğacak olan sonuç Kıbrıslı Türklerin kendi kendini işlevsel şekilde yönetecek bir yapı oluşturabilmesi olur. Kendi toplumlarının politik kapasitesini inkâr eden, olması ihtimalini reddeden insanlar, insan hakları ve sosyal adaletin oluşması için gerçek ve samimi bir çabayı ortaya koyarlar mı? Elbette hayır. Ne AB, ne onun politikacıları, ne de onların kolu bürokratları Kıbrıslı Türklerin gerçek bir kapasite oluşturmasına ön ayak olmazlar. Böyle bir çaba, açık açık ifade ettikleri politik çizgilerine ve Kıbrıs’ta kendilerini pozisyonlara getiren milli çıkarlarına aykırıdır.

Bu noktada daha derin sorular da sormamız gerekir:

Gerçek hedefleri Kuzey’deki yapının çökmesi olan AB operatörleri, Kuzey’de ciddi insan hakkı ihlalleri görmekten mutsuz olurlar mı? Gerçekten de bu ihlallere karşı gerçek bir savunuculuk yapıp, etkin şekilde bunların düzeltilmesi için aracı olurlar mı? Daha önemlisi, bu tip ihlallerin oluşmasını engellemek için önleyici tedbir sistemleri kurulsun diye adım atarlar mı? İnsan hakları alanında en önemli hedef ihlalleri olmadan “engellemektir”, önleyici tedbir almaktır çünkü insana zarar gelmemesi amaçtır. Ama etkin mekanizmaların kurulması ile bu insan hakkı ihlalleri engellenirse, “yasadışı Kuzey Kıbrıs’ı raporlandırmak” temel hedefi sekteye uğramaz mı? Politik hedefi Kuzey’deki mekanizmayı çökertmek, yıkmak olan bir politik düşünce, elde ettiği bilgileri sistemi daha da zayıflatmak için mi kullanır yoksa güçlendirmek için mi? Sistem içinde pozitif değişim getirebilecek kişileri sistemden elimine mi eder yoksa sistemde etkinleştir mi? Her bireyi haklarının korunması gereken varlıklar olarak mı görür yoksa sistemde zayıf düşürülmüş insanları Makyavelce bir bakışla “yasadışı Kuzey yıkılsın, sistem çöksün!” amacına giden yolda harcanacak piyonlar olarak mı görür? Kuzey’in kukla olmaktan öteye geçemeyeceğine inandırılmış insanların politik amacı insan hakları ihlallerini ortadan kaldırabilecek bir devlet mekanizması oluşturmak olabilir mi?

Gerçek bir olay üzerinden giderek daha belirgin soruları bir sonraki yazıda ele alacağım.