Filler güreşir, çimenler ezilir diye çok kullanılan söz vardır ya…

Tam olarak o durumdayız.

Dünya ekonomisinin geldiği noktada siyasetin iflah olmaz uluslararasılığ, artık meydan muharebelerinden yüksek teknolojili silahlarla savaşmaya terfiyi bırakıp, kimyasal savaşlarla dünyayı yokedecek boyutlara erişti. Doğrusunu isterseniz buna soğuk savaş demek dahi durumu hafife almaktır.

Yeryüzünün de insanlığın da tek düşmanı olan insanların, doğaüstü varlıklar veya uzaylılardan korkmalarına gerek kalmadı. Aşikâr bir şekilde ekonomik temelli savaşların, dünyanın hakimiyetini ele geçirme hırsından gözü dönmüş birkaç zümrenin içerisinde akli dengesi ve psikolojik sağlamlığını tartışmamız gereken bazı insanların kaderimizi yönlendirmesine kaldık.

Ne acıdır ki her zaman kurunun yanında yaş da yanar.

Ve bazı ülkeleri yok etmeyi kafalarına taktıkları gibi, oralardaki masumların da ortadan kalkmasına neden olabiliyorlar. O zaman, esasında, filler savaştıkça çimenlerin ezilmesi daha muhtemel bir hale geliyor. Güçlerini yarıştıranlar kendilerini koruyabiliyor, geriye kalanlar ise zavallılara dönüşüyorlar.

İlkel dönemlerden itibaren kendilerini tanrı ilan etmiş, tanrının elçisi ilan etmiş, diğerlerinden daha fazla gücü ve iktidarı ellerinde barındıranlar arasındaki mücadelelerin mahkumları olan halklar, bugünlerde, şu anda içinde bulunduğumuz salgın gibi müsebbipleriniasla açığa çıkaramayacağınız, farketseniz de elinizdeki imkanlar nedeniyle asla ispat edemeyeceğiniz sonuçlara katlanmak durumunda kalıyorlar.

Bugün yaşananların da bundan başka bir şey olduğuna hiç kimse bizleri inandıramaz.

Kendi çapımızda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti gibi hiç kimsenin ismini dahi bilmediği bir devletle ilgilendiği filan yoktur.

Dikkatle bakılırsa, en büyük kayıpları yaşayan ülkelerin bu çirkinlikteki asıl taraflar olduğunu görmek için alim olmaya da gerek yoktur.

***

Bizler kendi kendimizin sonunu kurgulamışız bile!

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin küçücük çapı ve ondan daha küçük hacmi ile bir şeyleri düzenlemeye çalışmasının bile ne denli aciz olduğunu gördükçe halimize daha çok üzülmeliyiz galiba.

Ne geleceğimizin ne de hayatlarımızın kendi elimizde olmadığından dem vurup yavru olmaktan ya da besleme sayılmaktan dolayı yaşadığımız hüzünlerin de ne kadar anlamsız olduğunu fark edebilmeliyiz.

Tam da bu sebeplerle, kendi içimizdeki en adil sistemi geliştirmek ve birbirimize sıkı sıkıya kenetlenmemizin gerekçelerini kavrayabilmek akıllılık olacaktır.

Bireysel olarak bir yerlere varmak mümkün olmadığı gibi, toplumsal olarak çok daha kolay varoluşun yollarını bulmanın mümkün olduğunu kavrayacağımız dönemlerdeyiz.

Nasıl ki evimizin içine hastalığı getirmemek adına sorumlulukla hareket etmeyi bu süreçte yapabildiğimizce önemsemişsek, işte tam da bu şekilde toplumsal olarak varlığımızı koruyarak birbirimizin her anlamdaki esenliğine sahip çıkacak bakış açısına erişebildiğimiz gün, avantajlı devletler arasına girebiliriz.

Unutulmamalıdır ki avantaj başkasını ezebilmekle değil, Freud’un dediği gibi “sevmek” ve “bilmek”le mümkün olabilir.

Açıktır ki bundan böyle daha uzunca bir süre tek başımıza kalacağız.

Açıktır ki uzunca bir süre kendi ciğerimizle kendi yağımızı kavurmamız ve bu şekilde ayakta kalmanın koşullarını oluşturmak, zorlamak ve sürdürmek durumundayız.

Sektörel açılma imiş, zümresel çıkarlar imiş… Bunların bir çoğu hikaye!

Adil bir eşitliğin koşullarını oluşturacak hukuksal gelişimin basamaklarını artık insanlık keşfetmiş durumda.

Nasıl ki yeryüzünün ve insanlığın tek düşmanının insanlık olduğunu söylüyor ve fillerin dövüşü ile iktidarı elinde sonsuza kadar tutma hırsına bürünmüş olanların mezaliminden korunmaya ihtiyacımız olduğunu görebiliyorsak, etik değerlerin ve insana has birlikteliğin duygusal gücünü kullanmayı akıl etme zamanımız gelmiş de geçiyor bile…

Dr. Çiğdem DÜRÜST