Kıbrıslı Türklerin Türkiye tarafından “işgal altında” olduğu söylemini uzun yıllardır topluma yayanlar da Kıbrıslı Türk oligarşinin bir parçasıdır. Çünkü “Türkiyeci” olanlar kadar toplum içinde ekonomik olarak avantajlı durumdadırlar. Kıbrıslı Türk oligarşi, sağ ve sol siyasi görüşten gelen, üst ekonomik sınıftan olan ve her daim kendi çıkarlarını sistem içerisinde gözetebilen ve kararlarda etkin olan gruptur. “İşgal” söylemi insanı insana kırdırmayı, insanlara “işgalci” demeyi ve halk arasında nefreti yaymayı kavramın anlamını çarpıtarak “anti kolonyal mücadele” olarak ifade eder. Anti kolonyal mücadeleler insanı insana kırdırmaz, insanın insana kırdırılmasına karşıdır. Bu “işgal” söylemine sahip olanların yaptıkları önemli bir vazife daha vardır. O da Rumların politikalarını, izledikleri yolları görünmez kılmaktır. Mesela, ada yarısında kesinlikle “uzlaşı kültürü” oluşturmaya karşıdırlar, bunun “işgalciye” yarayacağını, farklı toplum kesimleri ile “uzlaşmanın” “rejim” veya “sisteme” entegre olmak olduğunu söylerler. Bunu söyleyenlerin önemli bir kısmı mesela AKEL’e siyasi görüş olarak yakınlık hisseder. AKEL Rum tarafında “rejim” içinde bir partidir. Kendinden çok farklı görüşlerle uzlaşmaktadır. Her ne kadar da Kıbrıs meselesinde çok farklı duruşu olduğu söylense de Talat-Hristofiyas döneminde pek de iddia edildiği gibi ulusal konseyden ya da kilisenin isteklerinden farklı hareket edemeyeceğini göstermiştir. Rum kesiminde Annan Planına hayır çıkmasında AKEL’in rolü çok büyüktür. Yine de bizim tarafta AKEL’e isyan bayrağı açıp kendi toplumu içindekilerle “uzlaşmasının” “barışın önündeki engel” olduğunu haykıran hiç kimseyi bulamazsınız.

Rumların Yunanistan’la olan “baba-çocuk” ilişkisi neden hep sessizleştirilmekte ve kabul görmektedir? Bu da bizim tarafta hiç sorgulanmaz. Rumlarla “ortaklaşmak” ve onlara daha yakın olduğumuzu göstermek için kendine “Kıbrıslı Türk” bile demeyenler, orda kendilerini parçası gördükleri toplumun Yunanistan ile ilişkilerini sorgulayamaz. Yunanistan sanki yoktur. Bunun çokça sebebi “tanınmış ülke” olmaları olarak bize sunulsa da bunun Kıbrıslı Türkler için ne anlama geldiği de hiç mi hiç irdelenmemektedir. Neden Rumların bütün büyük ülkelerle ilişkilerine “küçük devlet” politikası üzerinden dengeleme yapması “akılcılık” olarak algılanıp görünmez kılınıp, bizim aynı tip ilişkileri geliştirmemiz hiç konuşmaya açılmamaktadır? Ya da biz bu tip bir ilişki dizisi kurmak için adım atmayı mevzu etmeye kalktığımızda bile “tek yok işgalcinin çıkmasıdır” formülü bize zorla yedirilmektedir? Bizim Kıbrıslı Türkler olarak bu ülkenin “kurucu ögeleri” olduğumuz ne Rumlara, ne Türkiye’ye ne de dünyaya hatırlatılmaktadır. Neden? Neden kendimize Kıbrıslı Türkler deme özgürlüğümüzü bulandırarak “Türkçe konuşan Kıbrıslılar” demek zorunda bırakılmakla vakit kaybettirilip gerçek konumumuza odaklanmıyoruz? Türkiye’nin adadaki varlığının bizler olduğu hatırlatması neden sendika ağlarınca arkadan yapılıp ceplerini dolduruyor da toplumsal olarak bunu bir kazanıma dönüştürmüyoruz? Neden adanın kurucu ortakları olduğumuz görünmez kılınarak foncuların cebi Euro dolarken, adadaki gerçek konumumuzu talep ederek toplum olarak kazanmıyoruz? Neden kurucu ortaklık pozisyonumuzu hatırlatmak yerine kimlik bunalımına sokulup “Kıbrısın kuzeyi”, “Türkçe konuşan Kıbrıslılar” deme zorlamaları ile kendi avantajlarımızın üzerine gitmemiz unutturuluyor? Her anlamda önünüz kesilirken, sporcularımızın uluslararası yarışmalara katılması, üniversitelerimizin projelerinin kabul görmesi Rumlar tarafından sistemik olarak engellenirken neden “Kuzey Kıbrıs’ta” yaşadığınız gerçeğini inkâr ederek sanki bütün bir Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşarmış gibi dilinizi zorla değiştirerek pratikte olmayan bir şey varmış gibi yaparak kendinizi aldatıyorsunuz? Neden bu dil zorlamasına “barış dili” sizi mecbur ediyor? Neden Türkiye ile ilişkilerimizi nasıl kurgulayacağımız üzerine bir ortak politika geliştirmemize direnen grupların tek yaptığı bizi “sıkışmışlık” psikolojisine sokmak? Biz bu tarz politikaya neden sessiz kalıyoruz? Sıkışmışlık psikolojisindeki insanlar özgürleşmek için mi mücadele eder yoksa başka bir tahakküm sisteminin altına girmeyi daha mı kolay kabul eder? Baba baskısından kaçıp evlenerek kurtulmaya çalışan çok kadın var. Sonuç? Hayat boyu zorla çalıştırılma ve/veya eve hapis, koca dayağı ve tecavüz.

“Halkın iradesi yoktur” bir politik duruş mu yoksa bir son mudur? Halkın iradesi vardır, peki onu hayata geçirmek için mücadele var mı? Gerçek soru odur. Solun içi “ben denedim yapamadım, demek ki kimse yapamaz, bu sistemde bir şey yapılamaz” diyen, kendi başarısızlıklarını tüm topluma ilelebet mal eden insanlarla dolu. Kendi hatalarından hatta naifliklerinden ders çıkarmak ve ilerlemek yerine “ben yapamadıysam kimse yapamaz” diyen kendinden nefret ettirilmiş bir adam kitlesi tüm toplumun kaderi olmuş durumda. Aynı ezberi 40 sene söylemek mücadele midir? Dünyadan kopuk, okumaya, düşünmeye üretmeye dönük olmayan, cebine sıkıştırılan Euro ile eline verilen kağıttan okuyan insanlar bugün mücadele mi ediyor? Hangisi “özgün” bir mücadeledir? O Türkiye’den yönlendirildiğine güldükleri siyasi kadrolardan bir nebze bile farkları var mıdır? Varsa nedir? Sürekli kitlelere “Kıbrıslı Türklerin mahkûm olduğunu, işgal altında olduğunu, çözüme dek kendi başına hiçbir şey yapamayacağını” söyleyenler bol paralı örgütlü takımı mücadele mi etmektedir, yoksa mücadele kaslarımızı zayıflatmakta mıdır?

Kültürümüze sahip çıkmak için önce kendi içimizde sadece Türkiye’nin değil, AB ve Rum tarafının tahakkümünü kabul edenleri de sorunun parçası görmemiz gerekiyor. Ada yarısının sorunlarının kökeninde sağ ve solun arasında yarattığı diyalektik ve bunun sentezi vardır. Bu diyalektiği kıracak şey ilk olarak kendimizi düzeltmektir. Türkiye, biz doğru tonda politika yaparsak arzu ettiğimiz dengeli ilişkileri bizimle kuracaktır. Çünkü adanın başat aktörleri bizleriz. Türkiye’nin bugünkü politikalarını değiştirmemesinin sebebi, bizim Kıbrıslı Türkler olarak kendi çıkarlarımızı oluşturmamış olmamızdır. Sağ ve sol bu konu üzerinden aşağıdaki halk kesimlerini birbirine düşürürken, yukarıda kurdukları oligarşiden beslenmektedir. Kıbrıslı Türklerin sağ ve sol olarak “minimumda bir ortak zemin” oluşturması, halkın talepleri ile oluşmuş bu zeminin üzerinden kendi politikalarını oluşturması ile sorunlar aşılabilir.

Demokrasi için birkaç unsur şarttır: farklı görüşlerin baskısız ve tahakkümsüz bir arada yaşayabilmesi gerekir; bir görüşün diğer görüşleri tahakkümü altına almadan yeşereceği bir ortak zemin oluşturulması gerekir; en geniş halk kitlelerinin sosyal adaletten faydalanması gerekir. Bu hem refahı hem toplumsal uzlaşıyı getirir. Ada yarısı gibi kapasiteleri sınırlı toplulukların refahını sağlayacak tek şey uzlaşı ile halkın çıkarlarını belirlemektir. Şu anda polarizasyon/kutuplaşma stratejisi güdülüyor. Bu bilinçli olarak yapılıyor. Toplumsal ortak zemin oluşturulması gündeme girmesin diye hareket ediliyor. Yıkım toplumları “ne olursa olsun bundan daha iyidir” duygusuna sürüklediği için halk uzlaşı ile formüller üretmekten sistemik şekilde uzak tutuluyor. Tek bir aktörün canavarlaştırılması en kolay polarizasyon yöntemdir. Sol için bu Türkiye’dir sağ için Rumlardır. Bu tekli canavarlaştırmaların sonucu nedir? Çoklu tahakkümlerle halkın kaybetmesi ve geçici bir süre Kıbrıslı Türk oligarşinin kazanması. Bizi çıkmaza sürükleyen şey Kıbrıslı Türkler olarak sahip olduğumuz güçlü konumu kullanarak halk olarak yükselmek yerine, polarizasyonu tırmandırarak kendi zenginleşen Kıbrıslı Türk oligarşinin izinden gitmektir. Değişim içi sağ ve solun önde gidenlerinin oturdukları yerden fayda sağlamasına dur demek, halk olarak nasıl bir ortak zeminde buluştuklarını sorgulamak gerekir. Taleplerimizi somutta herkesin uzlaştığı bir rota ile çizmeye odaklanmamız, yapılmadığında hesap sormamız gerekir. Dar bölge temsili sitemi talep edip, kendi seçilebileceği sitemlerden vazgeçmeyenlerin ne yaptıklarını sürekli gündemde tutmamız gerekir. Kıbrıslı Türklerin nasıl ayağa kalkacağını ortak bir zeminde planlamalarını talep etmemiz ve bu somut adımların takipçisi olmamız gerekir. Seçime çıkıyorlar çünkü gerekenleri yapabileceklerine söz veriyorlar. O zaman halka düşen bunun nasıl olacağını sormaktır.