AB Destek Ofisi Bölüm Başkanı Michael Docherty, 10 Aralık 2021’de İnsan Hakları Platformu Projesininin (İHPP) hayata geçirildiğini açıkladı. Bu platformu Kıbrıslı Türkler için bir “dönüm noktası” olarak tanımladı. Proje koordinatörlüğüne de AB Parlamentosuna AKEL aracılığı ile seçtirdiği parlamenterinin Kuzey temsilcisi olan Derya Beyatlı’yı atadı. “Bağımsız sivil toplumculuktan” uzak, siyasi bir örgütlenmenin kanadı olarak tüm Kuzey Kıbrıs sivil toplumunu bir çatı altında, bir politik partinin egemenliğine vermenin sıkıntılarını bir önceki yazıda dile getirdim, birtakım sorular sordum. Bu yazıda da sorduğum soruları daha belirgin hale getirmek için gerçek bir olay üzerinden gideceğim.

29 Aralık 2021’de yayınlanan bir “basın bildirisinde” İnsan Hakları Platformu Projesi “bir kadın mültecinin” Barış Sinir ve Ruh Hastalıkları Hastahanesine yatırıldığı günün akşamında intihar etmek sonucu öldüğünü duyurdu. Ancak bu haberin çıkışında Platformun açıkladığı ölüm tarihlerinde oynamalar var. Basın açıklaması 29 Aralık’ta ortaya çıkmasına rağmen metinde olayı gerçekleşme tarihi “geçtiğimiz ay” (yani Kasım) olarak belirtiliyor. Basın bildirisine 29 Aralık 2021 öncesindeki IHPP veya başka sosyal medya sayfalarında ya da medyada rastlanmıyor. Yani bildirinin ilk görünürlüğü Aralık. Bu kadar önemli bir konuda verilen “basın bildirisi” seçilmiş bir iki on-line haber portalı dışında da pek görünür değil. Bu on-line yayınlar da “15 Kasım tarihinde devlet gözetiminde intihar eden mülteci kadınla ilgili bir basın açıklaması yayımlayarak…” diye habere başlıyor, devamında ise 15 Ekim ölüm tarihini diye getiriyor (https://gazeddakibris.com/devlet-gozetiminde-yasanan-intihar-halen-aydinlatilmadi/?fbclid=IwAR0e6SU67C02MQgwSxE8cEBL6Bth-mU6i87jckFkJAzvhYdpOxo4HBZ1nKk. Aynı zamanda bknz. https://kibris.online/haber/kuzey-kibris/780492/devlet-gozetiminde-yasanan-intihar-halen-aydinlatilmadi/).

Bu kadar etkin ve yetkin olan platform üyelerinin tarihleri karıştırmasının sebebi nedir? Gerçek ölüm tarihi 15 Ekimdir. Lefkoşa Belediyesi Kadın Sığınma Evinin sorduğu birtakım sorular var. Bunlar sorulurken “mülteci kadının” Cuma’yı Cumartesi’ye bağlayan günde öldüğü ifade edilmiş. 15’inin Cuma’ya dek geldiği gün Ekim ayında, Kasım’da değil. “Sol” yayın yapan on-line gazeteler neden 15 Kasım vurgusu kullanıyor “devlet gözetiminde intihar” başlığı altına? Acaba bu KKTC kuruluş tarihine bir gönderme olabilir mi? “Devlet değil, yıkılsın” politikasının bir propaganda malzemesi mi? Mülteci bir kadının ölümünü içeren durumun ele alınması politik amaçların aracı haline gelen bir propaganda malzemesi mi yapıldı? Konu ile ilgili öncelik bu manipülasyon mu? Bu “bağımsız” on-line yayın araçları hiç AB fonu aldı mı kurulduklarından bugüne?

“Mülteci kadının” ölümünü oluşturan koşulların ne olduğuna bakıldığında Platformla ilgili sorulması gereken sorular derinleşmektedir:

  1. üyeleri basın açıklaması için intihar olayının üzerinden 75 gün geçmesini neden beklemişlerdir? Kadını intihara sürükleyen süreçte kendileri üzerine düşen sorumluluk var mıdır ve bu sorumluluğu örtmek için bir gayretleri olmuş mudur? Diğer paydaşların bu basın açıklamasına yönelik yaptıkları yorumlara baktığımızda Platform ve/veya bazı üyelerinin “ihmallerinin” söz konusu olabileceği sinyalleri mevcuttur. Bazı paydaşlar bu tip bir ihmalin olması halinde kendilerinin de sorumluluk altında kalabileceği endişesi taşır bir izlenim sergilemektedirler. Örneğin Lefkoşa Belediyesi Kadın Sığınma Evi’nin yorumunda, bu “kadın mültecinin” intihar riski yüksek olduğunun Platform/Mülteci Hakları Derneği tarafından bilindiği, ancak Sığınma Evine bu bilginin verilmediği, bunun da hem kadını hem diğer kadınları, sığınma evine alınsaydı tehlikeye atacağını” ifade etmektedir. Bu bilgi neden verilmedi? Aynı yorumda Sığınma Evi paydaşlar arası iletişim zafiyetinden, intihar eden kadının ev içi şiddet yaşadığının bilinmesine rağmen rapor edilmediğinden bahsediyor ve tercüme ve sosyal araştırma yapma konusunda eksiklikler olup olmadığı sorgulanıyor. Bu soruların cevapları kamuoyu ile paylaşılmalıdır çünkü bu proje sadece sivil toplumu değil artık politik hayatımızı da yönlendirecek gibi görünüyor.

Yukarıda bahsedildiği gibi Platform üyeleri Bayrak radyosunda “kurulacak mekanizmalar için çok da fazla para ve kaynak gerekmediğini” iddia etmektedirler. Ancak kaynakları olmayan, kendi ekonomisini döndüremeyen toplulukların “zihniyetle” bu işi yapabileceği öğretisini AB’den alanların anlaması gereken şey, bilgili, ehil kişilerin yetiştirilmesi ve sistemlerin kurulması için kaynak çok büyük önem arz etmektedir. Aksi halde değerli insan hayatları bu şekilde heba edilebilir. Yoksa Platformun sorunu da yönetenler gibi bir “zihniyet” sorunudur ve “önlemek” birincil amaç değil midir? Yukarıda paydaşların belirttiği “ihmal” ve “yetersizlik” iddiaları AB tarafından fonlanan ve yönlendirilen sivil toplumda ciddi bir problemdir. Ancak maalesef, sorular burada da bitmemektedir.

Benim sorularım AB Destek Ofisi Bölüm Şefi bay Michael Docherty’ye yönelecektir:

Kendisi, bu “ihmal” ve “beceriksizlik” iddialarından da ciddi ithamları içeren fısıltıların sivil toplum üyeleri arasında gezdiğinden haberdar mıdır? Bu fısıltılar, Platformun “ciddi boyutlarda depresif olan bir mülteci kadına sınır dışı edileceğine dair yanlış bir bilgi vermesi sonucu kadının daha da fazla strese girmesine ve böyle bir durumun intihara yol açmış olabileceğine” dairdir. Ben bu ithamı kendim duydum. Bunu duyduktan birkaç gün sonra da Platformun “bir kadın mültecinin intiharını” basın bildirisinden okudum. Bu fısıltılar hali hazırda ölen bu kadınla mı ilgilidir? Bu fısıltıların sebebi, paydaşlar arasında artan rahatsızlığın, kendilerini sorumluluktan kurtarma ihtiyacının veya gelecekte olabilecek bu tip olayların sorumluluğundan kurtulmak için olabilir mi? Bu kadının durumunda olup benzer bir kaderi paylaşabilecek ve “devlet gözetiminde intihar” edebilecek durumda başkaları da var mı?

AB fonları ile çalışan bir sivil toplum, depresif bir kadına yanlış bilgi vererek “devlet gözetiminde” intihara sürüklendiği süreçte rol oynamışsa, bu tip bir ölüm AB’nin Kuzey’de öngördüğü politikanın karşıtı bir sonuç mu doğurur yoksa o politikayı destekler bir sonuç mu? Dünya, Avrupa’nın mültecilere yönelik sınır politikalarını ve mülteciler için yarattıkları acıları eleştirerek izlemektedir. AB bu mülteci politikalarını Kuzey’de de hayata geçiriyor mu? 10 Aralık’ta Platformu açıklarken bay Docherty platformun bir köpek olarak sadece havlamayacağını, bu sefer ısıracağını da açıkça dile getirmişti. Bu tip bir ölümü bu ısırmanın bir göstergesi olarak düşünmemiz mi gerekiyor? Platform, AB’nin kolu olarak, Kuzey Kıbrıs yönetimlerine yardım ederek insan hakkı ihlallerini önlemek yerine gerçekleştirebilmek konusunda ön ayak mı olacak? İnsan hakkı ihlallerini önlemek mi yoksa raporlamak mı daha önemli? Platformun ulaşabildiği dezavantajlı, güçsüzleştirilmiş, sessizleştirilmiş gruplar, platform tarafından politik emelleri için kullanılabilecek bir araç olarak mı görülüyor?

Michael Docherty sadece havlamayacaklarını ısıracaklarını söyledikten sonra ekliyor: “kendi kendime intihal yapmaktan dolayı özür dilemeyeceğim. Kimse sizi kendinize intihalle itham edemez. Uluslararası hukuka göre Kıbrıs’ın kuzeyindeki özel durum herkesin malumudur. Ne var ki bu durum, yönetim ve insan hakları konularında uluslararası ilkeleri hiçe sayan bir bölge yaratılmasına yol açmamalıdır.”

Hayır, bay Docherty, sizi sözlerinize intihal yapmakla suçlamayacağız. Ancak, sizi Kıbrıslı Türklerin önüne konulan engelleri “uluslararası hukuk bağlamında kendine özgü durum” şeklinde yumuşatarak sunmak konusunda mahkûm edebilir miyiz? Acaba sizi Kuzey Kıbrıs’a belli bir miktar para ile girip “Kıbrıs batsıncılar” olarak özetleyebileceğimiz bir gurupla bağlantılı insanlarla ve bu insanların amaç ve yeterlilikleri ile ilgili meşru ve gerekli birtakım soruları insan hakları kisvesi altında kontrol ve manipüle ederek sakladığınızı sorgulayabilir miyiz? Avrupa Birliğini adayı bölücü siyaset gütmekle ve Rumlara “oxi/hayır”larının AB’ye Kıbrıs’ın tek hâkimi olarak girmelerine engel teşkil etmeyeceği konusunda teminat vermekle itham edebilir miyiz? AB’yi Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesinden bu yana geçen 15 yıl zarfında Kıbrıslı Rumlara Kıbrıslı Türklere uygulanan ekonomik ambargoların kaldırılmayacağı ve adada bölünmüşlüğü devam ettirecek şekilde Türkiye’ye olan bağımlığın devam edeceği konusunda teminatlar vermiş olmakla itham edebilir miyiz? Sizi Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye olan bağımlılıklarının sadece Türkiye’den kaynaklanan bir durum olduğu yanıltmacasını yaratmakla itham edebilir miyiz? Sizi, bay Docherty, AB’nin söylemi ışığında dikte ettirilen “burada asıl mesele para ya da kaynak değil, sosyal adaleti engelleyen devletin iradesizliği” ifadelerini bu Platform üyelerinin kullanmasından dolayı itham edebilir miyiz? Kıbrıslı Türkler, sizin ifadenizle sosyal adalet mekanizmalarını kurmalarını engelleyen “kendilerine özgü bir durumdalar” çünkü bağımlılar. Görünen odur ki, tam da genel seçimler arifesinde ilan edilen bunca AB fonu parası, “Kıbrıslı Türkler kime bağımlı olacak?” sorusunu yaratan bir hakimiyet oyunundan başka bir şey değildir. Sizi, Kıbrıslı Türklere sürekli “kendi ayaklarınız üzerinde duramazsınız, kendi kendinizi yönetemezsiniz” diye mesaj verdiğiniz için itham edebilir miyiz?

Ve birtakım sorular daha:

10 Aralık 2021’de İnsan Hakları gününde bu platformu açıklamaktan ne kadar coşkulu (enthusiastic) olduklarını iletirken, kelimeyi kağıttan okurken bile zorlananlar, yine kağıttan okuyarak bize İnsan Hakları gününün önemini ve bu günde “kutlama” yapamadıklarını çünkü dünyada çok fazla insan hakkı ihlali olduğunu söylediler. Bu açıklamayı yaptıkları gün, “mülteci kadının” ölümünün üzerinden 55 gün geçmişti. Basın açılamasının sonuna doğru, bay Docherty sağına döndü ve AKEL’in/kendinin bürokratı ile şakacı bir bakışma yaşadı. O da karşılığında kahkahasını bastırmaya çalışırmış gibi duran bir ifade ile başını öne eğdi. “Mülteci kadının” ölümünden 55 gün sonra, Platformun kadınla ilgili basın açıklaması yapmasından 19 gün önce bu basın toplantısında bu kahkaha bastırması yaşanabildi. Platform üyelerindeki bu rahatlık, kendilerinden konu ile ilgili herhangi bir hesap verilirlik veya sorumluluk beklentisi olmaması mıdır? Bu rahatlık ve bastırılmış kahkaha başka ölümlere de yol açabilir mi? Başka ölümlerin raporlanması insan hakları ihlallerinin “kanıtı” olacağı için biraz bastırılmış ama çok da gizlenmemiş kahkahalar görmemiz olası mıdır?

Bay Docherty’ye yönelteceğim son bir soru/yorum vardır: bir takım olumlu gelişmelerin olduğunu da ifade etmek isteyen bay Docherty, sözlerine şu şekilde başlıyor, “durum tamamen siyah değil (not all black)”. Irkçılık dünyada son hızı ile devam etmektedir ama yine de “insan hakkı savunucularının ve foncularının”, kendi emperyalist politikalarını saklamak için bile olsa dillerini düzeltmeleri gerekir. Güney Afrika’da ırkçı apartheid ile mücadele eden Steve Biko bize dilin önemini derin bir soru ile hatırlatır: siyah her daim olumsuzluk ve kötülüğü anlatmak için kullanıldığında, Siyah bedenlere aşağılayıcı ve ezici bir şekilde davranmaktan nasıl vaz geçebiliriz?