Sokak ortasında, uluorta, sırf kendisi ile tartıştı, sırf kafası uymadı, sırf artık onunla birlikte olmak istemiyor diye ya da belki de daha adı dahi anılmayacak sebeplerden dolayı, eteğinin boyu kısa, göğüs dekoltesi açık, saçık fazla kısa/uzun, ruju çok kırmızı diye bir kadının yaşamına son verilmesine alıştık mı biz artık?

Girne’de, apartmanlardan bakan ve hatta cinayeti an be an kamerasına kaydedenlerin attığı çığlıklar eşliğinde bir kadın tam da 8 Mart akşamı öldürüldü.

Bu bir cinayetti elbette... İyi de bunu sadece “cinayet” olarak adlandırmak doğru mu?

Bunun gerçek adı kadın cinayeti idi…

Evet kabul ediyorum. Bunu her erkek yapamaz, değil mi?

Ya da bunu gerçekten ruhsal dengesi tümüyle yerinde olan bir insan yapamaz.

Öfke kontrolünü, yaşadığı duygunun şiddetini, duygu-davranış-düşünce sarmalında doğru organize edemeyecek kadar ağır yaşayacak şekilde zarar görmüş bir insan ancak böylesi bir vahşeti yaşar/yaşatır.

Bu şekilde normalleştirip, basit bir cinayet gözüyle bakabilirsiniz bu meseleye. Sıradan adi bir suç gibi mesela…

Mahkemede de bu kapsamda değerlendirilebilir. Ki yasalarımızda başka türlüsünün adı olmadığından zaten belki de mahkemede konu bu haliyle değerlendirilecektir.

Fakat konuya daha gerçekçi yaklaşmalıyız.

Bunu tek başına biz Kıbrıs’ta yaşamıyoruz.

Dünyanın birçok yerinde, hatta bazı kültürlerde, sırf kadın olduğu için onun canını kolaylıkla alabileceklerini düşünen, hatta almazsa erkekliğine şüpheyle bakılacağına inanılan bir zihniyet var. Düşünsenize kadını kontrolünde tutamıyor diye, onun yaşamına istediği şekilde hükmedemiyor diye yaşanıyor tüm bunlar.

Bu olayda da yine kadın kendisiyle birlikte olmak istemiyor diye yaşandı cinayet. Ya benim ya da kara toprağın olacaksın mantığı, emir komuta zincirini öyle ya da böyle, o ya da bu sebeplerle işlemediği için. Çünkü erkeklere sözünün dinlenilmesi gerektiği, toplumda onurlu bir şekilde yaşayabilmek için önce onun dediğinin hayata geçirilmesi gerektiği, kadının kendi yaşamını organize edemeyeceği, kılık kıyafetini, kariyer yaşamını, sağlığını, bedenini, cinselliğini tek başına kontrol etme yetisinin olamayacağı öğretildi. Bunu yapan kadının namussuz, asi, söz dinlemez ve istenmeyen kadın olacağı öğretildi. Bu duyguyu yaşatan kadınların ya yola getirilmesi(!) ya da cezalandırılması gerektiği öğretildi.

Onlar da kültürel öğretiyi, kendi erkeklik onurlarını kurtarabilmek adına kullanmayı borç biliyorlar.

Evet böyle okuyunca mantıklı değil. Hatta safsata gibi de duyuluyor olabilir kulağa. Da öyle değil işte.

Çünkü dünya üzerinde bu sorun hep yaşanıyor. Buna kurban olan pek çok kadının haberleri dünyanın dört bir yanında her gün gazetelerden okunuyor. Mahkemelerde buna benzer davalar görülüyor.

Kırıp belini evinde oturan, söz dinleyen, sahibi gibi davranan erkeklerin sözünden çıkmayan kadınlar “huzurlu” yaşıyorlar evlerinde.

Bazı kadınların bu farkındalığı oluşmadığı için adını koyamadıkları huzursuzlukla yaşamaya devam ettiklerini ve marazi bir şekilde bundan sonra hayatlarında ne olacağının başkaları tarafından planlanmasına “ilgi görmek/sevilmek/değer görmek” şeklinde baktıklarını biliyoruz.

Sonra da ataerkil düzen sonsuz bir toleransla devam ediyor.

Peki ne yapmalı?

Kadının öğrendiği bu sonsuz toleranstan kurtulması, erkeğin de kendini yaşamı planlayan bu iktidar hırsından sıyrılması için yapılabilecek pek çok şey var.

Bu yasalarla, eğitimle ve düzenleyici kurallarla hızla aşılabilecekken, erkek iktidarının bunun önünde görünmez engel olmaya devam etmesi bizi bakalım daha ne kadar bu acılarla yaşatacak.

Sözün bittiği bu noktada, söylenebilecek en iğrenç ve çaresiz cümle dökülecek dudaklardan: “Pisi pisine gitti!”

Dr. Çiğdem DÜRÜST