Latince kökenli bir uluslararası ilişkiler terimi.

“Casus belli.”

Türkçe karşılığı; “Savaş Nedeni.”

Yakın siyasi tarihten bir örnek vermek gerekirse ABD'nin Irak'a saldırmasının “Casus belli”si, Irak'ta olduğu iddia edilen kitle imha silahlarıydı.

Uluslararası ilişkilerde ve diplomaside bir ülkenin savaş sebebi olarak saydığı bir durumu belirtmek amacıyla kullanılan “Casus belli” kavramına Türk-Yunan diplomasi tarihi hiç de yabancı değil.

15 Nisan 1976'da Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil (şimdiki Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis ve ailesini Yunan Cuntasının elinden ve ölümden kurtararak önce Türkiye’ye ardından Fransa’ya gitmesini sağlayan Türk diplomat ),   Kissinger'a  gönderdiği mektupta, Ege'de 12 mil zorlamasını Türkiye'nin "Casus belli" kabul edeceğini bildirirken Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar kurulu 1976 Nisan'ında aldığı karar ile de Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasını savaş nedeni sayacağını Devlet politikası olarak tüm dünyaya ilan etti.

Sonrasında ise Türkiye, 1976 yılında Maden Tetkik Arama (MTA) Sismik 1 gemisi Hora’nın Ege’nin uluslar arası sularında petrol arama faaliyetlerine Yunanistan’ın müdahale etmesinin “casus belli” sayılacağını ilan ederek Yunanistan’ın karasularının 12 mil olmadığını ortaya koyduğu diplomatik ve askeri kararlılık ile bir kez daha tescil edilmesini sağladı. 

Ve Yunanistan 31 Mayıs 1995'te Türkiye tarafından imzalanmayan BM Deniz Hukuku Sözleşmesini kabul edip, kara sularını 12 mile çıkardığını açıklayınca Türkiye 8 Haziran 1995'te aldığı bir kararla, Yunanistan'ın karasularını 6 milden 12 mile çıkarma kararını uygulaması durumunda bunu Casus belli sayacağını ilan etti.

Ve tarihler 1997 yılını gösterdiğinde NATO’nun Madrid zirvesinde dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Türkiye’nin Yunanistan’a yönelik savaş tehdidini kaldırdığını yani “Casus belli”yi geri çektiğini açıklaması iki ülke arasında kısa da sürse yeni bir “barışçı” dönemi başlatmış oldu.

Yeni dönem ile birlikte Türkiye ile Yunanistan, “birbirlerinin hayati çıkarlarına saygılı olacaklarına ve sorunların çözümünde tek yanlı hareket etmeyeceklerine” söz verirken Yunanistan tek taraflı kararla karasularının sınırlarını genişletmeyeceğini ve Türkiye ise anlaşmazlıkları barışçı yöntemlerle çözeceğini taahhüt etti.

Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Ege’de gerginlik ve çatışma olasılığının ortadan kalktığını açıklamasının ardından başlayan diplomatik diyalog ve uzlaşma sürecinin en önemli sonucu ise 1999'daki AB Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'ye tam üyelik yolunun açılması oldu.

Uluslar arası ilişkilerde pek de uzun sayılmayan 23 yıl gibi kısa süren “barış iklimini” bozan ana nedenlerin başında ise hiç şüphesiz ilk önce Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Doğu Akdeniz’de tek taraflı doğalgaz arama çalışmalarına başlaması yanında Yunanistan’ın yine 12 mil ütopyasını tarihin derinliklerinden yeniden geri çağırması gelmekte.

Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma girişimlerinin karşısında iki ülke arasındaki krizlere ise Türkiye’nin “casus belli” ilanı ile yani böylesi bir girişimi “savaş nedeni” sayacağı kararlılığı son noktayı koyarken gözden kaçırılmaması gereken tek şey ise Ege ve Akdeniz’deki egemenlik mücadelesinde Yunanistan’ın emsal her olayda olduğu gibi “yayılmacı” bir politika ortaya koymuş olması.

Ve bugün Yunanistan’ın İtalya ile arasında kalan İyonya Denizinde karasularını 12 mile çıkarma girişiminin arkasından Ege Denizinde karasularını 12 mile çıkarma hamlesi geleceği gün gibi ortada.   

Ve bugün, anavatan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de bir “Sevr anlaşmasına” izin vermemesi ve bu yönde ortaya koyduğu mücadele ve kararlılık, vitrinde görülen Yunanistan ile geri plandaki Fransa ve Almanya’nın Yunan milli ülküsünün ardına saklanarak Doğu Akdeniz’i bir AB Gölüne çevirmeye yönelik  “yayılmacı” politikalarına karşı Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC’nin egemenlik haklarının korunmasından başka bir şey değil.

2003 yılında Serdar Denktaş’ın, “Kıbrıs Türklerinin AB'ye uyum çalışmasını yapmadan acele AB'ye alınmak istenmesinin arkasında yatan en önemli unsurun Doğu Akdeniz’de olduğu tespit edilen zengin hidrokarbon yatakları olduğu” açıklamasının stratejik önemi ve derin anlamı bugün daha iyi anlaşılmakta.

Anavatan Türkiye tarafından mavi vatan ve mavi vatanımızdaki her türlü hakkımızı korumaya yönelik ortaya konan kararlılık ve iradenin ise hiçbir Devletin hakkına tecavüz eden yayılmacı bir politika olmadığı ortadayken “yayılmacılara” karşı geleceğini koruyan Türk Devleti üzerinde kurulan uluslar arası baskının nedenleri ise özellikle Türk ve Kıbrıs Türk kamuoyu tarafından doğru okunmalı.

Ve TC-KKTC ortaklaşa gerçekleştirilen “Şehit Yüzbaşı Cengiz Topel Akdeniz Fırtınası” tatbikatının önemi ile birlikte tüm dünyaya verdiği net mesajlar ise ideolojik körlüğün esaretinden kurtulan partiler üstü bir duruş ile Kıbrıs Türk kamuoyu yanında uluslar arası kamuoyu tarafından da uluslararası hukuk çerçevesinde değerlendirilmeli.

“Şehit Yüzbaşı Cengiz Topel Akdeniz Fırtınası” tatbikatının tek mesajı mavi vatan’daki haklarımızdan vazgeçmeyeceğimiz ve “yayılmacı” politikalara karşı da diplomasinin bittiği yerde gerektiğinde askeri gücümüz ile mücadeleye devam edeceğimizin bir kez daha ilanından başka bir şey değil.

Ve son bir sorunun cevabını da Kıbrıs Türk’ünün vicdanı ile düşünmesi gerekli.

Ya anavatan Türkiye’nin diplomatik ve askeri kararlılığı olmasaydı veya Yunan yayılmacılığına karşı mavi vatan üzerinde ortaya konan irade sürdürülmeseydi neler olurdu?   

 Ve tek bir gerçek var ki, “Casus Belli” iken mavi vatan’a sahip çıkma zorunluluğu, Anadolu ve Kıbrıs’ın geleceğinin ipotek altına alınmaması gerekliliğinin bir sonucudur.

Editör: TE Bilisim