2. BÖLÜM

Özetle; Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye’de sokaklar Kıbrıs’ta bir sorun olduğunu çığlık çığlığa mitinglerle kabul ediyor, ancak Türkiye’deki siyasi otorite böyle bir sorunun varlığını hâlâ kabul etmiyor - nedense - edemiyordu…

14 Mayıs 1950’de CHP Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın, 20 Haziran 1950’de de DP Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün ‘bizim Kıbrıs meselesi diye bir meselemiz yoktur’ demelerinin üzerinden dokuz ay geçmişti ki, önce Yunanistan Başbakan Yardımcısı, kısa süre sonra da Başbakan olan Sofokles Venizelos 16 Şubat 1951 günü İngiltere’ye başvurarak, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını ister.

Sofokles Venizelos, ilhak talebini, Yunan Parlamentosu önünde şu sözlerle dile getirir12:

“İnkar edilemez bir hakikattir ki, ta 1912’den beri bütün Elen hükümetleri Kıbrıs meselesini ele aldılar.

Eğer bugüne kadar yeni bir talepte bulunulmamışsa, bu meselenin doğrudan doğruya İngiliz menfaatlerini ilgilendirmesi ve diğer yandan da Yunan devletinin olgun politikası icabı meselenin tatlılıkla hallonulabileceği anı beklemesindendir.

Bugün hiç bir şüpheye mahal bırakmamak üzere şu resmi kürsüden Kıbrıs’ın anavatana ilhakının, Yunan milletinin en aziz dileği olduğunu ilan etmek fırsatını ele geçirmiş bulunduğundan bahtiyarım”.
Yunan parlamentosunda ateşli bir söylemle Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını isteyen Sofokles Venizelos, ilhak talebinden bir yıl sonra, 31 Ocak 1952 günü Yunanistan Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı sıfatlarıyla, Türkiye’yi ziyaret eder.

Bu ziyaretin üzerinden henüz üç hafta geçmemişti ki, 18 Şubat 1952 günü Türkiye ve Yunanistan eş zamanlı olarak NATO üyeliğine kabul edilirler…

4 Nisan 1949'da Washington Antlaşması ile kurulan NATO, üyelerinin, ‘ortak savunma örgütü’ olarak bilinmektedir. Kurucu antlaşmanın özellikle 3, 4 ve 5’inci maddeleri, oldukça önemlidir…

3. Madde :
Bu Antlaşma'nın amaçlarına daha etkin biçimde ulaşabilmek için Taraflar, tek tek ve ortaklaşa olarak, sürekli ve etkin öz yardım ve karşılıklı yardımlarla, silahlı bir saldırıya karşı bireysel ve toplu direnme kapasitelerini koruyacaklar ve geliştireceklerdir.

4. Madde :
Taraflardan herhangi biri, Taraflardan birinin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü zaman, tüm taraflar birlikte danışmalarda bulunacaklardır.

5. Madde :
Taraflar, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa BM Yasası'nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerler ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır.’’

Özetle, yalnızca bu üç madde dikkate alındığı zaman; bu maddelerle üye ülkeler ortak savunma için yeteneklerini geliştirmeyi, herhangi bir üyenin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlık ve güvenliği tehlikede olduğunda bir araya gelmeyi ve herhangi birine saldırıldığında da bu saldırıyı hepsine karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmeyi taahhüt ederler…
Ancak… Rum ve Yunan tarafının bu taahhütlerine hiçbir zaman uymayacakları, ilgililerinin ve yetkililerinin basın demeçleriyle kısa sürede, ortaya çıkar…

Anımsayalım…
Ocak ayının sonunda Sofokles Venizelos, Ankara’ya gelir…
Şubat ayı içerisinde iki ülke, özetle, ‘birbirimizle savaşmayacağız’ sözü de olan NATO üyeliklerini aynı gün, imzalarlar…
26 Nisan günü Başbakan Adnan Menderes, Yunanistan Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı sıfatlarıyla Türkiye’ye gelen Sofokles Venizelos’a iade-i ziyarette bulunur, Yunanistan’a gider…

Ve bütün bu olumlu gelişmelerin hemen ardından, Türkiye ve Yunanistan’ın, eş zamanlı olarak 18 Şubat 1952’de, NATO üyeliği için attıkları imzalarının mürekkebi kâğıt üzerinde henüz kurumamıştı ki, aynı yıl, Kasım 1952’de, Yunanistan’da seçimler yapılır ve emekli mareşal, Aleksandros Papagos’un genel başkanı olduğu ‘Yunan Canlanışı’ adlı parti, milletvekili çoğunluğunu kazanarak, iktidar olur.

Çok değil, birkaç ay sonra, Şubat 1953’de, Fransız Le Monde gazetesine bir demeç veren Papagos, “Kıbrıs meselesi moralman ortaya atılmış durumdadır. Eğer sonunda iki taraflı bir anlaşmaya varamazsak, hakkımızı aramak için her türlü meşru yola müracaattan çekinmeyeceğiz” diyerek, gerekirse, meşru olmayan yollara da başvuracaklarının altını gizlice çizer, yarayı kaşır, büyümesine yol açar…

Papagos’un, Şubat 1953’te kaşıdığı yara, Kıbrıs’ta, Başpiskopos Makarios’un tırnakları arasında daha çok deşilir, daha çok kanatılır ve giderek, kapanmaz bir hal alır…
Papagos’un, Şubat ayında yaptığı bu konuşmasından altı ay sonra, 1953 yılının Eylül ayında Makarios, bu kez Kıbrıs’ta şu konuşmayı yapar:

“Bizans imparatorluğu zamanında din düşmanı barbar akıncılar, Küçük Asya’dan kalkıp buralara akın ettikleri zaman biz panayiamıza sığınmıştık. Konstantinopolis’teki Ayasofya kilisesinde ayini yarıda bırakıp çanlarımızı susturdukları zaman da yine panayiamıza sığınmıştık. Yunan milleti Türk esareti altında geçirdiği yıllar boyunca da panayiadan imdat bekledi. Bu dualar boşa gitmedi. Bir gün elbette panayiamızın yardımıyla, Ayasofya’da çanlarımız yine çalacaktır.

Bugün esaret altında bulunan Yunan Kıbrısımızın hürriyetine kavuşması için işte yine panayiamıza sığınıyoruz. Tarih ispat etmiştir ki, Kıbrıs ezelden beri Yunanlıdır. Yunan hükümeti bizim namımıza Birleşmiş Milletler’e başvurmuştur.
Davamız bütün dünya davalarının en doğrusudur, en haklısıdır.
Emelimize kavuşacağımıza zerre kadar şüphemiz yoktur. Bayrağımızı elimizde taşıyacağız ve bu haklı dava uğrunda sonuna kadar mücadele edeceğiz.”

Makarios, ‘bayrağımızı elimizde taşıyacağız ve bu dava uğrunda sonuna kadar mücadele edeceğiz’ cümlesini her fırsatta yineler…

Başpiskoposun Kıbrıs’ta yaptığı bu konuşmasından tam bir yıl sonra, bu kez Yunanistan Başbakanı, emekli Mareşal Papagos diplomatik bir adım atar…. Kıbrıs konusunu, 24 Eylül 1954 günü Birleşmiş Milletler toplantısına taşır ve konu 19 olumsuz, 11 çekimser oya karşın, 30 oyla gündeme alınır …

Türkiye, bu gelişmeler içerisinde İngiltere’yle birlikte paralel görüşler ileri sürer…

Türkiye’nin, BM’deki temsilcisi Selim Sarper, genel kurulda yaptığı konuşmasında, özetle, Kıbrıs’ın İngiltere’nin bir iç işi olduğunu, Lozan’da Kıbrıs’ın İngiltere’ye verildiğini ve Yunanistan’ın da hiçbir çekince koymadan bu antlaşmayı imzaladığını, adanın coğrafi açıdan Anadolu’nun bir uzantısı olduğunu ve Kıbrıs Rumlarının çoğunluğu oluşturmalarının Adanın statüsünü değiştirmek için yeterli olamayacağını savunur.

Yunanistan, Birleşmiş Milletler’den beklediği sonucu alamayınca, bu kez rotasını, Ada’yı yıllarca kana ve teröre boğacak olan EOKA yeraltı örgütünün oluşumuna çevirir ve 1955 yılının Haziran ayında - Yunanistan Hükümeti'nin ilgi ve bilgisi dahilinde - Kıbrıs'a ilk kaçak silâh sevkıyatı yapılır.

Bu arada:
Türkiye ise 1954-55 yılları içerisinde ilk kez, Demokrat Parti genel başkanı Adnan Menderes’in başbakanlığında ‘Kıbrıs Sorununa’ açıkça taraf olmaya başlar ve Türkiye kamuoyu Kıbrıs konusuna duyarlı hale gelir…
Aynı yıl (1955) kurulan Kıbrıs TürktürDerneği’nin şubeleri Türkiye genelinde yaygınlaşır ve basın Kıbrıs konusunu nerdeyse her gün ele almaya başlar…

Kıbrıs’ta ise EOKA, yeraltı yapılanmasının ilk nüvelerini oluşturmuş ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı için daha fazla beklemenin gerekli olmadığı inancıyla, giderek, ada geneline açılacak tedhiş ve terörün ilk bombalarını - önde, birinci adam olarak Grivas görülse de, aslında -, Yunan İçişleri Bakanı Stefanapulos’un emriyle 1 Nisan 1955 gecesi patlatmaya başlar…

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Araştırma Görevlisi Sibel Akgün, ‘Bir Terör Örgütü Olarak EOKA’yı inceleyen çalışmasında şu bilgileri verir13 :

‘‘Adada 1 Nisan 1955 yılında EOKA'nın çeşitli kentlerde patlattığı ilk bombalarla terör faaliyetleri başladı. Başlangıçtaki sınırlı sabotaj eylemleri giderek gündelik bir biçim aldı ve bireysel- toplu suikast girişimlerinin başlatılmasına vardı. İlk hedefler polis ve askerlerdi. Kiliselerde ve hastanelerde bile suikastlar işleniyor, Rum halkı arasındaki hain olarak görülen kişiler öldürülüyordu. Grivas sabotaj ve suikastların yanı sıra kitle eyleminin de terörü destekleyici bir unsur olarak başlatılmasını öngörüyordu.

Bu aşamada 21 Haziran 1955'te Türk kesimindeki Lefkoşa polis merkezinde patlatılan bomba bir Rum'un ölümüne ve 14'ü Türk olmak üzere 16 kişinin yaralanmasına neden oldu. Böylece EOKA tedhişçilerinin Türk kesiminde de silahlı, bombalı eylemler yapmaya başlaması iki toplum arasındaki gerilimi arttırdı.

Bu saldırılar 1956 yılı Ocak ayından itibaren daha da yoğunlaştı…

5-6 Haziran 1956'da Türk Haber Merkezi'nde patlayan bir bomba Rum ve Türkler arasında kavgaya neden olmuş ve bu kavga sonunda Lefkoşa ortadan tel örgü ile ikiye ayrılmıştı. 1956 yılı Haziran ayı sonuna kadar Adada 8 Türk ölmüş, 39 Türk ise yaralanmıştı.’

Açılımı, ‘Kıbrıslıların Milli Mücadele Örgütü’ olan EOKA’nın Kıbrıs’ta yarattığı tedhiş ve terör eylemlerini büyük bir dikkatle izleyen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Adnan Menderes, 24 Ağustos 1955 günü, İzmir Liman Lokantası’nda tarihsel bir konuşma yapar…

Menderes’in, Liman Lokantası’nda basına yaptığı ve gerçek bir belgesel değer taşıyan bu çok önemli konuşması, ne yazık ki, kimi araştırmacılarımızın ve tarihçilerimizin dışında Kıbrıs konusuyla ilgili en önemli tarihsel vesikalardan biri olarak yeterince duyulmamış, bilinmemiş, okunmamış bir konuşmadır…

Oysa bu konuşması, onun, Kıbrıs Türklerinin gelecekleri ve kurtuluşları adına ne denli içten, yürekten inandığının ve Kıbrıs Türkleri için başbakanı olduğu hükümeti tarafından hangi gizli koşullar altında olursa olsun, atılacak her riskli adımı tereddütsüz onaylayacağının en önemli belgesidir…

Kıbrıs ve Kıbrıs Türkleri için bu konuşma belgesiyle yola çıkan Başbakan Adnan Menderes, çok değil, beş yıl sonra darağacında ipe giderken bile, Kıbrıs’a dair sırlarını ifşa etmeyecek, sırlarıyla birlikte mezara gidecekti…
Menderes, Liman lokantasındaki konuşmasında Kıbrıs’a ve Kıbrıs Türklerine dair duygu ve düşüncelerini bir başbakan olarak şöyle aktarır:

‘‘Kıbrıs meselesi hakkında konuşmaya başlarken, evvela bugünkü gazetelerde İngiltere Hükümeti’ne bir nota vermiş olmamız münasebetiyle çıkan yazıların, bu notanın hakiki mahiyetini tamamiyle aksettirmediğini tebarüz ettirmek14 isterim.

İngiltere Hükümeti’ne verdiğimiz notada Kıbrıs’taki ırkdaşlarımızın maruz bulundukları tehlikeden duymakta olduğumuz endişeyi izhar ettik15. İngiltere Hükümeti’nin vazife ve salahiyetlerine pek tabii bir müdahale manasını tazammun etmemek16 şartiyle, vermiş olduğumuz notanın hakiki manası bundan ibarettir.

Kıbrıs meselesinde Türk Hükümeti’nin ne derecelerde soğukkanlı ve ihtiyatlı hareket etmiş olduğunu ve Türk Hükümeti’nin ve hatta bütün Türk milletinin Kıbrıs meselesinde Türk - Yunan dostluğuna ne derecelerde ehemmiyet atfeylemiş bulunduğunu burada ayrıca belirtmek suretiyle, izah ve tekrara hacet yoktur, sanırım…

Kıbrıs meselesi ortaya çıkalı beri, dünya kadar söz söylendi. Birçok gürültü yapıldı. Bugüne kadar mesul Hükümet Reisi olarak benim söylediklerim, birkaç cümleyi geçmez. Bu meselede bu dereceye kadar soğukkanlılığımızı muhafaza etmekle, Türk - Yunan dostluğuna atfettiğimiz ehemmiyet ve kıymetin delillerini vermiş bulunuyoruz. Bugün de, yine Kıbrıs üzerine konuşurken, Türk - Yunan dostluğuna ve ittifakına aynı kıymet ve ehemmiyeti vermekte devam ettiğimizi önceden söylemeliyim. Hatta diyebilirim ki, bu beyanatı, Yunanlı dost ve müttefiklerimizi esaslı bir hatadan tahzir17maksadıyla yapmaktayım. İşler, hiçbir tedbirin tesir etmeyeceği bir sahaya götürülmeden önce, belki makul bir hal yoluna girebilir ümidiyledir ki, huzurunuzda konuşmaktayım.

Bu ana kadar olan sabır ve sükutumuzun, bu konuşmamıza lazım gelen haklı ehemmiyetin verilmesini icap ettirecek esaslı bir amil18 teşkil ettiğine de ayrıca kaniyim.19
Kıbrıs meselesi diye bir mevzuyu ele aldığımız zaman, bunun, son bir iki senenin icadı olduğunu derhal kavrayacaksınız. İnsanlar, durup durup kendi kendilerine mesele çıkarmak ve dertler icat etmek itiyadından20 kurtulamıyorlar. Yunanlı dostlarımız, yalnız kendileri için değil, fakat aynı zamanda bizim için ve bütün dünya için de ortaya bir dert atmış bulunuyorlar. Yunanistan’da ve sair yerlerde bir takım tahrikçilerin sözlerine, iddia ve yaygaralarına bakılacak olursa, Kıbrıs Yunanistan’a ilhak edilmediği takdirde gökler yere düşecektir. Hakikati vuku bulsa dahi Yunanistan’ın ne iktisaden, ne siyaseten, ne de askerlikçe zerre kadar kuvvetlenmesi şöyle dursun, hem kendisini, hem de kendisinin mensup bulunduğu hür milletler camiasını zaafa uğratmaktan başka bir şey elde etmeyeceği bir hakikattir.

Kıbrıs meselesinde, tahrikçilerin takındıkları tavır ve vaziyetle söylenen sözler bizleri haklı endişelere sevk etmiş bulunuyor. Bu endişelerin bir kısmı istikbale muzaf21 olmakla beraber, bugünden yarına vahim hadiselerin cereyan edebileceğine dair ortada dolaşan sözler, endişelerimizin kaynağını teşkil etmektedir. Hiç ihtimal vermek istemiyoruz ve böyle olabileceğine imkân da göremiyoruz.

Fakat, 28 Ağustos’un Kıbrıs’taki arkadaşlarımız için bir katliam günü olacağını terörist bir eda ile mütemadiyen ilân edip durmaktadırlar. Biz, Ada’da hukuki meselelere dayanarak vaziyete hakim olan ve Ada’ya vâzı ül yed 22bulunan İngiliz Hükümeti’nin vazifesini tamamıyla yapacağına kaniyiz. Ancak, Ada’daki Rum halkının yıllardır devam eden gayet şiddetli tahrikler neticesinde galeyan haline getirilmiş olduğu ve bu halkın silâhlandırılması teşebbüs ve hareketlerinin de çok ilerlemiş bulunduğu söyleniyor.

Binaenaleyh, ani bir hareket şuursuz ve caniyane bir teşebbüs, telafisi gayri mümkün neticeler doğurabilir mi, maalesef biz bugün bu kadarını dahi teemmül etmek23 mevkiine gelmiş bulunuyoruz. Oradaki halkımız, son derecelere kadar tahrik edilmiş ve silâhlandırılmış bir ekseriyet karşısında, masum, hareketsiz ve silâhsız bulunabilir. Fakat bu, hiçbir zaman onların bir an için müdafaasız kalacakları manasını tazammun etmez24. Bu bakımdan büyük bir endişe ve heyecan içinde bulunan Kıbrıslı ırkdaşlarımızı tatmin etmek ve müsterih kılmak isteriz.

Görüyorsunuz, işler ne derecelere kadar ileri götürülmüş bulunuyor. Dünyanın bu kadar nazik ve karışık vaziyeti karşısında Türk ve Yunan milletlerinin birbirleriyle dost ve müttefik olmalarını adeta bir kader hükmü gibi kati ve muhkem25bir hakikat olmasına ve böyle bir manzara arzetmesine rağmen, tedbirsizlik ve idraksizliğin bu kadar şayanı teessüf26vaziyetler ihdas etmiş olduğunu derin bir elem ve teessürle belirtmek istiyorum.

Tahrikçiler, bütün akıl ve izan sahiplerini, Türk dostluğuna ve ittifakına büyük kıymet verenleri, memleketi idare etmek mesuliyeti altında bulunanları, bunların hepsini meş’um27 bir cazibenin iğnesine takarak meşum bir istikbale doğru sevketmektedirler. Memleketimizin bu hadiseler karşısında duyduğu teessürü ifade ederken, akıl izanın dost ve müttefik Yunanistan’da yakın zamanda hakim olmasını, bu memlekette yaşayan herkesle beraber, hükümet ve ben de candan temenni etmekteyiz. Dünyanın başındaki gaileler yetmiyormuş gibi, durup dururken muzdarip beşeriyetin başına böylesine hiçten gaileler ihdas etmek, akıl ve şuurla kabili telif 28 değildir.

Bu, ancak, dünyanın huzuruna kastedenleri memnun edebilir.

Tahrikçilere göre, Ada’nın şu kadar nüfusu Türk, şu kadar nüfusu Rummuş ve onlara göre, sanki bütün dünyada coğrafi hudutlar bu esasa göre çizilmiş gibi, Kıbrıs’ın kaderi de bu esasa göre tayin edilmeli imiş...

Ben, bu konuşmamda hukuki prensiplerin, siyasi teammül ve hakikatlerin ve nihayet dünya coğrafyasının göstermekte olduğu manzaranın manalarını izaha çalışmayacağım. Bunlar üzerinde yarın Londra’ya hareket edecek olan heyetimiz, hükümetimizin nokta-i nazarını29 ve memleketimizin görüş ve düşünüşünü layıkiyle ve selahiyetle teşrih ve ifade edecektir. Ben yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, nüfus ekseriyetine göre herhangi bir bölgenin kaderinin tayin edilmesi prensibi, bu dünyada, hele böylesine parçalı olarak tatbik yeri bulmuş değildir. Bir vatan, terzinin önündeki kumaş parçası gibi neresinden istenilse kesilebilir bir meta değildir. O, esas itibariyle etnik hakikatlere dayanmakla beraber, coğrafi, siyasi, iktisadi ve askeri bir bütün teşkil etmek bakımından türlü amillerin tesiri altında, tarihi hadiselerin gösterdiği istikamette hudutları çizilen bir coğrafya parçasıdır.

Memleketlerin hudutlarının mutlak ve tek amil olarak ırki esasa istinaden çizilmediği hususunda, bugünkü dünyada yüzlerce misal vermek mümkündür. Aynı zamanda, muayyen bir nüfus topluluğunun, mesela Kıbrıs’ta olduğu gibi sakin bulunduğu arazi parçası mutlaka falan memlekete ilhak edilmediği takdirde orada sakin olanların bedbaht ve felaket içinde olacakları iddiası da, hiçbir suretle doğru değildir.

Baksınlar, görsünler: Memleketimizdeki Rum vatandaşlarımızla ne derecelere kadar kardeşçe ve hepimiz aynı vatanın çocukları olmak bahtiyarlığı içinde yaşamaktayız.
Bugün tahrikçilerin isti’nad etmek30 istedikleri Ada’daki nüfus sayısının fazlalığı esasını, kendi ifadeleriyle bir hamlede çürütmek mümkündür. Vaktiyle Garbi Trakya için Lozan’da bir plebisit yapılmasını istemiştik. Buna şiddetle itiraz eden Yunanistan olmuştu. O günkü iddia ve delillerini bugün kendilerine karşı kullanmak kolaydır. Bunun ötesinde, tarihi hadiselerin akışına bakarak şurasını dikkatleri önüne koymak lazımdır.
Nüfus ekseriyetinin kendilerinde olması esasına dayanarak mı daha dün Ankara’nın önüne kadar gelmiş bulunuyorlardı?