Şimdi, bugün Cumhurbaşkanımızı seçsek, hayatımızda ne değişir?

Peki Cumhurbaşkanı seçilen kişinin hayatında ne değişir?

İşte size iki kilit soru!

Kıbrıs sorunu, siyasal atamalar, meclisteki yasa çalışmaları ve buna benzer sorunlarla ilgilenen Cumhurbaşkanlığı makamının halkın doğrudan yaşamına dokunan yetki ve sorumlulukları arasında en önemlisi Kıbrıs sorunu olduğuna göre ve bugüne kadar aslında hiçbir seçilen Cumhurbaşkanı bunları çözemediğine göre, halkın yaşamında önemli bir değişim olmaz. Zaten yasaya şerh koysa dahi, ikinci kez geri gönderdiğinde de meclis o yasayı tedavüle sürebilir biliyorsunuz. Yani burada da önemli bir tavır ortaya koyacak yetkisi olmayan Cumhurbaşkanlığı makamı seçimlerinin, kafalarımızı bu denli yorma nedeni esasında bizim mevzumuz değil.

Saraya gidecek olanın ve yakınındaki siyasal parti veya partilerin, kendilerini saraylı düşünmesi dışında bir değişiklik katmıyor hayatımıza Cumhurbaşkanlığı makamı bu hali ile.

Çünkü Kıbrıs sorununa dair çözümlere de ulaşılacak adımlar atılamadığı için, bu mesele bizlerin sorumluluğunda olan ve kendi kararlarımızı verebildiğimiz bir mevzu olmadığından, Cumhurbaşkanlığı makamı bir süs bitkisi gibi şık bir aksesuar olarak bir köşede duran makam olarak yansıyor yaşamlarımıza.

Ne demek mi istiyorum?

Asla boykotçu olmadım.

Hatta bu hususta çok dirençli tavır ortaya koyan kısa bir süre önce yaşamını yitirmiş, tweeterfenomeni sevgili rahmetli Nevzat Anayasa ile çok takışmışlığımız vardır.

Öncelikli olarak yurdumun seçimleri ve seçilmişlerinin yetkilerini bizlere tartıştıran durumun ortadan kalkabilmesi için, sahip çıktığımızı göstermemiz gerekiyor. Bunu gösterebilmek için adayların döneklikler yapmadan sapasağlam yanımızda durduklarını ve ideolojik kıvrılmaların içinde kukla olmadıklarını göstermeleri gerekiyor ki bunu tam anlamı ile direngen bir şekilde yapabilene henüz rastlamadık.

Kurucu Cumhurbaşkanı R.R. Denktaş’tan bu yana köprülerin altından çok sular geçti. Bizim de dünyanın da koşulları çok değişti. Değişen koşullar bizleri çok etkiledi. Her ne kadar dünyadan izole bir yaşamımız olduğu bize dikte edilse de korona ile bunun böyle olmadığını çokça gördük. Hiç kimse ve hiçbir şey dünyadan izole edilemez, bunu da öğrendik.

Bize öğretilmeye çalışılan geride durma, başarısız olmamak için içine kapanma duyguları ile yaratılmış öğrenilmiş çaresizliklerimiz adeta genlerimize işledi ve artık doğru kararın geride durup, mevcut koşullarını sağlamlaştırmak, kendi içinde yaşamını sürdüren bireyler veya topluluklar olarak kendimizi düşünmeyi bize öğretti.

Sonra garip ve çelişkili bir şekilde seçimlerde heyecanı yükselten algı yönetme uzmanları ile yükselip geri dibe vurmaya bile alıştık.

İçimizdeki öfke ve kırgınlıkların kime veya neye olduğunu karıştırır olduk.

İçimize salınan korkular ile yaşamayı öğrendik.

Rum bizi sevmez ya da Rum akıllıca adada planlama yapmak ister.

Türkiye bizi sever ya da üzerimizde planladığı çelişik düşüncelerle kendi çıkarlarını düşündüğü için yakınımızda durur.

Ruslar, Yahudiler, İngilizler…

Derken herkese karşı temkinli olmak öğretildi altın altın uygulanan politikalarda. Denize düşen yılana sarılır misali yakınımızda kimi görmüşsek, kendimizden çok güvenerek sarılacağımız birilerini bulduk karşımızda ve kapıldık gittik.

Sonuç ortada.

Biz biz olamadık.

Bizi biz yapan ne varsa teslim ettik.Sonunda teslim olduk.

Artık bizi biz yapan hiçbir şeyimiz yok.

Adanın 20 Temmuz için düşündükleri bile ortada.

20 Temmuz 1974 için hissedilenler 1980 ve 1990’larda başkaydı ama 2000’ler sonrasında başka oldu.

Oldu da ne oldu?

Kendimize soracağımız çok soru var.

Ama istenilen kıvamdayız: Değerlendirebilecek kıvamda değiliz.

İstenilen kıvamdayız ve arafta bir yerdeyiz.

Bir halkı en çok yoran da bu değil midir?

Bilinmezlik ve korkunun yarattığı arada kalmışlık!

Dr. Çiğdem DÜRÜST