Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam edilişlerinin üzerinden tam 41 yıl geçti.
O yıl doğanlar 41. yaşlarını kutladılar.
Yıllar değil bir ömür geçmişti aradan.
İki yıl önce bir tesadüf sonucu Ankara’ya yolum düştüğünde ilk işim Ulucanlar Cezaevi Müzesi’ni ziyaret etmek oldu.
Tek başına gittiğim bu ziyaretten bu kadar derin acılarla ayrılabileceğim hiç aklıma gelmezdi.
Çok ağladım hatta oturup daha saatlerce ağlamak istedim, içimdeki hüznü dindirmem çok zor oldu.
Müzeyi ziyaret eden herkes benzer duygular içindeydi.
Duvarları boyanmış cezaevi temizlenip müze haline getirilmişti ama yapılan hiçbir değişiklik içindeki acıyı gölgelemeye yetmemişti.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin’nin darağacı da orada duruyordu.
Ulucanlar Cezaevi avlusunda hayatları sona ermişti.
Onlar o avluda durmuş, son dualarını etmiş ve son nefeslerini vermişlerdi.
Göz göre göre katledilmişlerdi.
İnsanların geneline sorduğunuzda yaşanan yaşanmış ve geçmişte kalmıştı, müzeye gidip de hayattan bir günü daha acı ile gölgelemeye gerek yoktu.
Oysa şahitlik edilen veya paylaşılan her acı kendi hayatımızdaki gerçeklerle harmanlanmalı, hayata yeni anlamlar katılmalıydı.
Aradan yıllar geçti, yaşadığım bu deneyim zihnimde yeniden benzer bir duygusallıkla canlanıyor.
Bu sefer neden bir kitap…
“Uçakla Gelen Altı Tabut” gazeteci yazar Sami Özuslu tarafından kaleme alınan araştırmada geçmişleri benzer hikâyeleri ve acıları anlatılıyor.
Hem de Türkiye’den bizim kendi topraklarımıza taşınan acıları, ölümleri anlatıyor.
Türkiye’de öldürülen altı Kıbrıslı gencin öyküsü anlatan kitabı elinize ilk aldığınızda kendinizi aldatılmış hissedebilirsiniz.
Eğer bir roman okumayı bekliyorsanız tabii.
Kitap farklı bir baskı ve değişik bir işleyişle okuyucuyla buluşuyor.
Sayfalar ilerledikçe anlıyorsunuz ki kitap adeta görsel bir belgesel tadında yazılmış.
Yaşananları sadece okumuyorsunuz, o günün gazeteleri ve tanıkları ile adeta o acıları yeniden yaşıyorsunuz.
Bir neslin nasıl yok edildiğine şaşarken, nasıl bu günlere gelindiğini daha iyi anlıyorsunuz.
Bir babanın feryadına bir kardeşin ölüm korkusuna isyan ederken, suçsuz gençlerin nasıl suçlu ilan edildiklerini, altı gencin hem öldürülüp hem de nasıl karalandığını yine de anlayamıyorsunuz.
Okudukça ifade özgürlüğünün suç olduğu bir dünyada yaşamak istemiyorsunuz.
İsyan etmek istiyorsunuz.
Edemiyorsunuz.
Çaresiz yıllar önce yaşanan acılara, giden canlara salıverilen suçlulara kızıyorsunuz.
Ama yine de her yayınlanan kitapla, geçmişe dair aydınlanan her olayla ve aydın insanların var olduğu umuduyla yaşamaya devam ediyorsunuz…