Yazmak adına zerre kadar istek yok içimde ama bir şekilde yazmam gerektiğini biliyorum. İnandığım doğruları, karşı olduğum yanlışları, aklımdan geçenleri paylaşmak adına yazmam gerek.

Ruhu yaralanmış, inançları sarsılmış, akılında acabaları çoğalmış bir toplumun bireyi olmak hayalimden geçmezken, sağıma soluma baktığımda, "Ne oluyoruz acaba, bu olanlar gerçek mi, tesadüf mü?" sorgulamasını yapma gereğini duymaktayım.

Alışamadığımız bir siyasi tablo ile karşı karşıyız, İnandığımız ve demokrasinin gereği olan tüm kurumlarımıza inancımız ve saygımız sarsılmış durumda. Meclisin hali içler acısı, iktidar iktidarsız, muhalefet hepten yok. Halkın temsilcisi sıfatı taşıyanların davranışlardan dolay meclisimizin yüceliği tartışılır durumda. Ülkemizde bir kaos hali hâkim. Deli dolu, karmaşık bir gündem, neyi neden hatırlayacağımızı unutuyoruz. Milli ve Halkçı olanlar iddia ettikleri ilkeler uğruna çaba harcayacaklarına, tamamen (Duygusal Nedenlerle) bir şeyleri kotarmak derdinde. Ve doğal bir sonuç olarak her konuda güvensizliğin hâkim olduğu ülkemizde insanımızın kimyası bozuldu.

Bilenle bilmeyenin, çalışanla çalışmayanın, üretenle üretmeyenin, namuslu ile namussuzun eşit olduğu, hatta negatif değerlerin daha da geçerli bir akçe olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Ve bir ülkede; bilginin ve dürüstlüğün geçersiz akçe olduğunu görmek, sistemin bir yerlerinde yanlışlık olduğunun göstergesidir.

Ciddi konular doğal olarak ezelden beri sıkıcı olarak telaki ediliyor. Yaşadığımız bu dönemin gereği olarak da sıkıcı ortamlardan uzaklaşmak adına, herkesin izlediği en azından bir dizisi var ve de uğraştığı bir ya da iki oyunu var. Zira çağımızın derdi "stres"ten uzaklaşmak adına bahsettiğim oyunlar ve diziler iyi birer yöntem olarak kabul görmektedir.

Bizim zamanımızda ise hikâye ve fıkralar stresli ortamları dağıtmak adına iyi birer yöntem kabul edilirdi. Bugünkü sıkıcı konuyu dağıtmak adına geçmiş yıllardan aklımda kalan bir hikâye var onu sizinle paylaşmak istiyorum. Bu hikâye fıkra gibidir ama değil aslında. Hikâye şöyle geçer:

Hans ve Fred adında iki Alman İstanbul'a turist olarak giderler ve İstanbul'un tarihi ve doğal güzelliklerini gezerler. İzinlerinin son gününde ceplerinde bir kaç Mark kalır. Malum ya Almanlar hesaplı millet; Hans Fred'e bakar ve der ki; “Fred bak bir kaç Mark kaldı cebimizde, uçağımız yarın sabah ve bu akşam yapacak bir programımız yok, ne yapalım?”

İki arkadaş bir kaç seçeneği değerlendirdikten sonra, kendilerine bir ziyafet çekme kararında mutabık kalırlar ve Galata köprüsünün altındaki restoranlardan birinde yer beğenerek otururlar. Kendilerine fiyatı uygun bir de salata ve cips ısmarlarlar.

İçecek olarak şarap mı bira mı içsinler diye karar aşamasına gelince Hans ortaya bir fikir atar ve Fred'e der ki; "bak Fred Türkiye'nin en güzel, en tarihi şehrindeyiz şu an yapılacak en uygun şey Türkiye'nin en güzel içkisini içmektir, ne de olsa ülkemizde biranın ve şarabın alası var". Fred düşünür ve arkadaşının bu fikrini onaylar ve garsona seslenerek masalarına çağırırlar. Kısa bir fikir alışverişinden sonra Türkiye'nin geleneksel içkisi olan rakı'da karar kılınır ve birer duble istenir garsondan. Gelen rakıyı yudumlayan Hans ve Fred, bir kaç yudumdan sonra rakının kokusundan, tadından başlayarak maslarına gelen bu içkiyi değerlendirmeye koyulurlar.

Birinci içkileri kısa bir sürede bitiren alman turistlerin işaretiyle ikinci kadehler masaya gelir. Hans ve Fred ikinci rakılarını garsonun tavsiyesine uyarak kavun ve beyaz peynirle yudumlamaya başlarlar. İkinci kadehlerle de rakının tatlı olan tadını, keskin kokusunu tartışmayı sürdüren Hans ve Fred, kadehlerinin dibinin görünmesiyle rakı denen bu içkinin aslında çok da kötü olmadığına karar verirler.

Ve garsona birer kadeh daha getirmesini söylerler. Kavun ve beyaz peynirin yardımıyla üçüncü kadehlerini yarılayan Hans ve Fred'in keyfini ve sessizliğini, Fred'in üzgün ve endişeli sesle sorduğu soru ile bozulur. "Ya Hans Ne olacak bu Almanya'nın hali "

Sahi ya; millet söyleyin bana "ne olacak bu Kıbrıs'ın hali"