Her yazı yazarken tekrarlamaktan ve gündemimizi tamamıyla “golla gibi koltuğa yapışan” TELLİOĞLULARI ile “golla gibi koltuğa yapışma sevdasında olan” SEFEROĞLULARI’nın ihtiras kavgalarının boş yere meşgul etmesine inanın canım sıkılıyor, içimden öğürme geliyor.

Her neyse, aslında Kıbrıslı Türklerin gerçek gündemini meşgul etmesi gereken ve yıllar itibarı ile Kıbrıs’ın Kuzeyinde siyasi ve ahlaki kokuşmuşluğun en üst düzeye ulaşmasında katkısı olan adamızdaki çözümsüzlük ve bu çözümsüzlüğe çözüm bulma gayretleri olmalıdır.

Son 3 buçuk yıldır Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik tarafların elle tutulur bir aşama kaydettiğini ifade etmek sanırım hayalperestlik olur. Bir taraftan iç sorunlarla gerek ekonomik gerekse siyasi alanda mücadele etmekten bitap düşüp yıpranan bir lider; diğer taraftan zaten Kıbrıs’ta federal bir çözüme inanmayan ve dostlar alışverişte görünsün modunda daha çok siyasi parti kimliğinden sıyrılamayan ve iç işlerinde boy gösteren bir lider.

Hal böyle iken olan yine Kıbrıslı Türklere oluyor tabi. Bu yaşananlar halkın müstahakkıdır gibi ucuz bir politikaya da kaçmadan olayı realist bir bakış açısı ile ele almak lazım.

Öncelikle Kıbrıs Türk Politikasında uzun yıllardır Türkiye’nin etkin ve belirleyici ( ne yazık ) hegemonyası çerçevesinde yürütülen değişken ve diplomatik realiteden uzak dış (a)politikası ne bizi ne de Türkiye’yi sağlam bir platforma konuşlandıramadı. Konuşlandıramadığı gibi git gellerle ve tam olarak ne istediğini bilmez ve bu yönde etkin politika üretemez bir modelle yürütülmeye çalışılan bu çarpuk çurpuk yapıya “Milli DAVA” adı altında kılıf uydurularak Türk’ten Türk’e siyaseti yutturulmaya çalışılsa da ne yazık ki uluslar arası hukuk ve siyaset mantığı çerçevesinde zemin bulması ütopyadan öteye geçememiştir.

Son yıllarda çaresizliğin verdiği umutsuzlukla kendi içerisinde devinen ve devindikçe de dünya ile olan bağlantısını kaybetme aşamasına gelen Kıbrıslı Türkler artık sadece günü birlik olayların peşinde stres ve buna bağlı olarak sosyal yozlaşmayla karşı karşıya kalırken tam olarak bu sıkıntılardan arınacak bir çıkış yolu bulamamanın marazını ve sonuçlarını yaşıyorlar.

Dış Politikalarda devamlılık ve tutarlılık noksanlığından kaynaklanan güvensizlik ortamı sıkıntısının en üst düzeyde yaşanmış olmasının işkencesini de toplum olarak yine biz ve çocuklarımız çekiyor. Tam olarak “ne kokar ne tüter” düşünce yapısı çerçevesinde kurgulanan bunca zamanki dış politikaların bizleri şuan hangi aşamaya getirdiği de takdirinizdir.

Siyasi strateji geliştirmede yaşanan zafiyet ve yanlış yapılanların doğruymuş gibi pazarlanmasına yönelik tutumun A.B, A.B.D ve diğer güçlerce benimsenmemesi ve taraf bulmaması nedeniyle anlamsız bir şekilde sertleşen ve diplomasi teamülüne uymayan tavırlar içerisinde saldırgan bir tarzla birlikte terminolojik yanlışların yapılması gerek Türkiye’yi gerekse Kıbrıslı Türkleri gün geçtikçe daha da zor bir duruma sürüklüyor.

Bir Dışişleri Bakanlığımız var ki son 4 yıldır Kıbrıs’ta yapılan veya yapılmaya çalışılan barış görüşmelerine ne müdahil olmuştur ne de konuyla ilgili olumlu veya olumlu olmaya yönelik fikir belirtip sürece katkısı olmuştur. Halk arasında sıkça sorulmaya ve sorgulanmaya başlanan bir Bakanlığın ne işe yaradığını da soranlar kendilerince buna uygun bir cevap da bulamıyorlar.

Aslında proaktif politika üretecek olan diplomatların gerek yurt içinde gerekse yurt dışında yapacakları temaslar sonucunda kuracakları sağlıklı ilişkilerle dış politikada önemli bir yer kapsayan lobicilik faaliyetlerini ciddi bir şekilde yürütebilseler ve yurtdışındaki T.C diplomatlarının gölgesinden kurtularak mesleklerini layıkı ile yapabilseler her şey daha farklı olabilirdi. Lobiciliğin resepsiyon vermenin ötesinde olduğunun da kavranması önemli bir dipnot olmalı ayrıca !!!

Dış politika demişken en basitinden Dağlık Karabağ ve Kıbrıs sorununun benzer yanları olması nedeniyle gelin görün ki emsal teşkil etmesi endişesi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “KKTC”nin resmen tanındığına dair bir tek belge bulamazsınız. Tabi bu da de-facto tanıma niteliğinden öteye gidememeyi ve sözde tanımayı içeriyor. Zaten tanınan bir devletle olan ilişkilerin boyutu da şimdi bizlerin Türkiye Cumhuriyeti ile yaşadığımız ilişki biçimi ile değil, iki eşit devletin saygı ve dengelerinin hassasiyetine göre olur.

Aslında mevzu uzun ve önemli, tomurcuk derdinde olmadığımız sürece ODUN’dan farkımız olmadığı bilinciyle hareketle dili, dini, ırkı ne olursa olsun kendini Kıbrıs Türk toplumunun bir parçası olarak hisseden ve bu toplum için canı yanan herkesin kurtuluşu en kısa zamanda Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüm bulunması yönünde uğraş verip ihtiras derecesi yüksek siyasilerin günübirlik menfaati çıkarları için vermiş oldukları çirkin kavgalara taraf olmadan çocuklarımızın geleceği için sistemi çözüm yönünde zorlamaktır.