Küçük bir anket yapın. Çevrenizdeki insanlardan şiddete örnek vermelerini isteyin. Genellikle duyacağınız örnekler “vurma, yumruk atma, dövme, öldürme, işkence, hapsetme” olacaktır. Az bir grup buna “aşağılayıcı söz söyleme, hakaret, kişiliğine saldırı, kendine güvenini elinden alma” biçimlerindeki şiddeti de ekleyecektir. Pek azının aklına ilk anda “susturma, konuşma özgürlüğünü elinden alma, sessizleştirmeyle ezme” biçimlerindeki şiddeti saymak gelecektir. Tıpkı “temel insan ihtiyaçları nedir?” dediğimizde pek çok kişinin aklına yemek, su, barınma gelirken “kendini güvende hissetme, tanınma, kendini gerçekleştirme yetkinliği” gibi ihtiyaçların gelmediği gibi.
 
Halbuki en temel ihtiyaçlarımızın arasında olan kendimizi gerçekleştirme yetkinliğine sahip olmanın elimizden alınması, olduğumuz kimliklerin tanınmasına mani olunması, varlığımızı hareketlendirecek verileri alma ve dış dünyaya iletme ihtiyacının önüne geçilmesi, şiddettir.* Şiddetin en kötü biçimlerinden bir tanesi konuşma-ifade özgürlüğünün susturulmasıdır. Düşüncelerimizin, sözcüklerimizin devlet aygıtı altında baskı altına alınması, başımızı asfaltla postalının arasında ezmesinden daha az bir şiddet değildir. Ne daha az incitir bizi, ne daha az yaralar. Hatta belki fiziksel şiddetten daha kalıcıdır bazı açılardan.
 
29 Ekim’de vicdani redde karşı olanlar törende pankart açtılar. Polis koruması altında sorunsuz bir şekilde düşüncelerini ifade ettiler. Vicdani retçiler 15 Kasım’da kendi fikirlerini ifade etmek istediklerinde pankart açtırılmadılar. Alıkonuldular, arandılar. Ve şiddetin en büyüğü, susturuldular. Yapılan kadar yapılanın açıklaması da vahimdi. “Biz sizin gibi düşünmüyoruz, o yüzden pankart açmanıza izin yok”. Buradaki “biz” şüphesiz devlet.  Devleti elinde tutanlar kimin konuşacağına, kimin susacağına, kimin işsiz kalacağına, kimin adada barınamayacağına, kimin fikir beyan edip kimin edemeyeceğine karar veriyor. Global hastalıktan payımızı almışlığımızla devlet halkın güvenliğinden sorumlu olmaktansa halkına karşı militaristleşen, şiddetlenen polis teşkilatları ile karşımıza çıkıyor.
 
Biz adayarısında meselelere insan hakları, düşünme ve ifade özgürlüğü, eşitlik esaslarından bakmayı pek öğrenemedik. Bir grup susturulduğunda ya da susturulmak istendiğinde ilk sorduğumuz soru genellikle “kim susturuluyor, kim susturuyor, susturulması benim aleyhime midir yoksa işime gelen bir şey midir?” soruları oluyor. Bu eksende sorulan sorular insan hak ve özgürlüklerini, her vatandaşın eşit haklara sahip olmasını güvence altına almayı ilke edinmiyor, bu talebi içinde barındırmıyor. Soruyu böyle soranlar, konusuna göre, kişi ve grubuna göre baskılara sessiz kalıp kalmamayı kararlaştırıyor, o kadar.
 
Gerçekten demokratik yaşama gönül vermiş herkesin soracağı sorular “kim söylüyor, ne söylüyor, nasıl/neden söylüyor, ne yapıyor, benim değerlerimin neresinde duruyor?” sorularıdır.  Bu sorular meseleyi konuşan kişiyi sosyal konumunda algılamamıza, konuyu söyleyenin ifadesinden duymamıza, meseleyi analiz edecek şekilde düşünmemize ve bizim duruşumuzla söyleyenin mesafesini anlamamıza yardım eder. Oradan da bir meseleyi destekleyip desteklemeyeceğimizi, o meseleyi savunmaya katılıp katılmayacağımızı, ne derece aktif katılacağımızı, ya da neden karşı olduğumuzu, ne derece karşı olduğumuzu ve ne derece karşıt görüş bildireceğimizi/mücadeleye gireceğimizi kararlaştırmamızda yardımcı olur.
 
Bu vicdani ret meselesinin 15 Kasım’da geldiği noktayı her kesimden insanın bu ışıkta değerlendirmesi gerekiyor artık. Vicdani ret fikrine tümden karşı olabilirsiniz. Yapılış şekline karşı olabilirsiniz. Vicdani rettin ne olduğunu enine boyuna tartışmadan taraf olmak istemiyor olabilirsiniz. Yapan grubun değerlerine inanmıyor olabilirsiniz.
 
Vicdani retti istediğiniz noktadan istediğiniz şekilde, olumlu ya da olumsuz yaklaşımla ele alabilirsiniz.
 
Buradaki mesele artık vicdani retle ilgili ne düşündüğünüz değildir. 15 Kasım’da “devletiz!”deyişi kutlanırken, o devletin içinde yaşayan insanların bir kısmının fikirlerini ifade etmesine imkan yaratılırken diğerlerine izin verilmemesidir, susturulmasıdır. İşte bu susturmayı tüm vicdanların reddetmesi gerekmektedir.
 
Bugün, vicdani ret fikrine katılmadığı için, 15 Kasım’daki susturmayla derdi olmadığını, bunun tek bir mesele ile ilgili olduğunu düşünenlere demokrasi konusunda ışık tutacak sözüVoltaire çokönce söylemiş, “fikirlerinize katılmıyorum, ama onları özgürce ifade etmenizi sonuna dek savunacağım”.
 
 
*Temel insan ihtiyaçları konusunu daha akademik irdelemek isteyenler John Burton’ınBasic Human Needsçalışmalarına, yapısal şiddet için de Galtung’a bakabilir.