SİYAH BEYAZ SİYASET

Akıncı’nın epeyce bir para döküldüğü belli olan seçim tanıtım videosu, sanırım memleketimin sol yarısının içinde bulunduğu halin, değişimi getirebilme potansiyelini içinde barındıramayışının en büyük sembolüdür. Romantik duyulan ama gerçekte de solun pratiğini çıkmaza sokan satırları duru bir sesle okuyan bir erkek sesi şu cümleleri söyler:

“Bu hayatta herkes kendi hikayesini anlatmak ister. Ve her hikâyenin bir sesi vardır. Tıpkı bu toprakların da bir sesi olduğu gibi. Sesini kısmak isteyenler olur bazen. Ama senin iraden ve senin hikayen sanıldığından çok daha güçlüdür. Gücünü vicdanından alan insanların memleketidir burası. Ve bu hikâyeyi sen kendi yolunda yürürsen yazabilirsin”.

Solun böbürlene böbürlene dağlara taşlara sığdıramadığımız “çoğulculuğu, kucaklayıcılığı” kayıptır bu seste. Çünkü burada “bir ses” vardır. Önemi olan, sayılırlığı olan o tek sesi de “kısmak” isteyen ötekiler olmasıdır. Genellikle seçim dönemlerinde tavan yapan bu biz ve ötekiler söylemi, kime oy verileceği ile şekillenir. “Bize oy verirseniz ‘o tek sesin’ içindesiniz, vermezseniz de onun karşısındaki ötekisiniz (ya da öteki ile berabersiniz)”. Üçüncü bir alternatif yoktur bu söylemde. Başka sol bakışların bu tek tipçi solu nasıl gördüğüne açık mıdır? Maalesef değildir çünkü o söylemin kabul ettiği “tek sesin” çizdiği yolda yürürsen ancak “kendi hikayeni yazabilirsin” onlara göre.

Solun diyalog üzerine dayalı olan, çeşitlilik ve çok sesliliği içinde barındırması gereken sesine engel olan bir üsluptur bu. Akıncı’ya oy verilmesi için yollara düşenler de sürekli bu siyah ve beyaz iki bileşenli denklemi önümüze atmaktadır. Ateşli bir şekilde bu seçimin iki ayrı düşüncenin kavgası, dalaşmasını olduğunu söylüyorlar. Birisi bağnaz, tahakkümcü, faşist, işgalci, ötekisi ise özgürlük savacısı, çoğulcu, federasyoncusu ve en ilginç kelimelerden biri de “bağımsızlık” aşkı ile tutuşanıdır. Dikkat edin, bu ikili denklemde, CTP de boykotçular da, Akıncı politikasındaki hatalara gözünü kapamayı reddedenler de bağnazdır, faşisttir, tahakkümcü ve federasyon karşıtıdır.

Çok değerli, hayatı erkence bir zamanda bırakıp gitmiş Çatışma ve Barış dalında çalışan bir profesörüm, master yıllarımda bize hiç unutamadığım bir cümleyi sürekli söylerdi: “dünyanın en tehlikeli insanları dünyayı siyah beyaz görenleridir”. Gençtim o zamanlar. İyiler ve körüler; insancıl olanlarla insancıl olmayanlar kesin hatlarla ayrıydı bana göre. Anlamakta güçlük çekerdim o yüzden söylediğini. Yıllar geçtikçe erdemli insan, aramızdan çok da erken ayrılan hocamın söyledikleri mana kazanmaya başladı.

Dünyayı ikili bir düzlemde görenler kendine dönük eleştirisiz bir öteki yaratıyor. Kendini kaf dağına görüyor. Kendi bulunduğu “cephenin”, her şeyde en iyisini istediğini, hırsları, çıkarları ile hareket etmeyen ulvi bir yaratık olduğunu düşünmeye başlıyor. Onun kadar kötüsü kendini mağduriyet politikalarına sıkıştırıp, her yanlışını es geçebiliyor, sorumluluktan kendini arındırabiliyor. Kendi kendine dünya yüzüne gelmiş bir “iyilik perisi”, “bir bağımsızlık ve şeref sembolü” muamelesi yapıp, bu yönde kendi kendine isimler bile takabiliyor. Dahası, bu siyah beyaz denklem içinde kişilerin nasıl iyiyi ve güzeli, kötüyü ve çirkini, dayanışmayı ve kıskançlığı bir arada barındırabildiğini unutturmaya çalışıyor. Kendi hep iyi oluyor öteki hep kötü. Kendi hırslarına, çıkarlarına “rasyonel tercih, barış” gibi adlar takabiliyor mesela.

Benin solcu olarak gözlemlediklerim, tecrübe ettiklerim bu ikili denkleme sığmamaktadır. Bir kamp faşist, öbürü özgürlüklere yelken açmış, kendini başkalarının özgürlüklerine siper etmiş filan değil benim deneyimlediklerimde. O sebeple de solu kıyasıya eleştiren bir solcuyum. Öyle “safları sıklaştıralım” “omuzumuzu omuzumuza” koyalım gibi kendi içinde her ne kadar farkında olunmaksızın yapılsa da tanım gereği oldukça da faşizan anlamlar içeren söylemlerin solcusu hiç değilim. Bana göre solun ilkeleri kim tarafından, ne şekilde, hangi siyasi arenada ve hangi zamanda çiğnenirse çiğnensin sözümü kısıtlamam, esirgemem, eleştirilerimi durdurmam. Sol özünde her şeyden önce eleştireldir çünkü. Kendini ayakta tutabilmek için, bu sahiplenmesi ve yaratılması zor değerlere sadakat gösterilebilmesi için de çiğnenen değerlere sessiz kalmanın inandığım sol değerlere en büyük ihanet olacağını düşünürüm.

Akıncı’nın arkasında görünen, sesi en çok çıkan, sivil toplumun ve NGO projelerinin başını çekerek halkı yönlendiren bir grup var. Bu grup sürekli barış ve federasyon söylemlerini kullanmaktadır. Ama barış ve federasyon söylemlerini “kullanmak” kendine “barışçı, özgürlükçü” diye yafta takmak bunu başarmak demek değildir. Dahası barışı ve federasyonu sağlayacak “önkoşul” sol değerler mevcut değildir şu anda.

“Bağımsızlık” adayarısında sağ söylemi hatırlatıyor diye sivil toplumcu sol kendi bağımsızlık formülünü geliştirmekten uzaktır. Kendi içinde yetişmiş insan kalitesi ve eğitimi yetersiz bu öncü topluluğun başı çekenleri maddi kazanımları daha çok olduğu için “yamacı” politikaları benimsemektedir. Bağımsızlık söylemine alerjili politikaları güderken kendine “özgürlükçü, bağımsızlıkçı” demek ne kadar tezat bir durumdur.

Bir yandan kendine “federasyoncu” diyenlerin öte yandan toplumsal hakları, iki bölgeli seçim kotalarını hiçe sayarak AKEL altında seçime çıkanları “Türk” adaylar diye alkışlaması ve çoğunluğun azınlığa tahakkümü sistemine karşı kurulacak bir mekanizma olmadan üniter yapı altında bunu “federasyona hizmet” diye mobilize etmeye kalkışmasındaki en iyi tabiri ile öngörüsüzlüğe bakabilir misiniz? Peki Akıncı Cumhurbaşkanlığı makamından bu seçimin esas nüveleri ile ilgili halkını, yapması gereken şekilde, makamının sorumluluğunun gerekleri ile geniş bir şekilde bilgilendirdi mi? Hayır. Hala bugün yanılsama içinde bunun federasyona hizmet oluğunu sanarak oy vermiş vatandaşlar var. “Federasyon diyenler hain muamelesi” görüyor diyenler bir sorsunlar bakalım benim durduğum yerden federsayoncu olanların başına neler geliyormuş? Ekmeği, aşı ve işi hayatı boyunca oy verdiklerinin de engeline takılıyor muymuş, takılmıyor muymuş?

Kendilerini “tahakküm edilenler” olarak gören bu gruptaki herkese soralım bakalım “işgalin mahkemesi kendilerini haklı bulduğunda nasıl özgürdür diye haykırılabiliryomuş” ve aynı mahkeme sistemi seçim öncesi kutuplaşmaları ön plana çıkaracak zamanlama ile kimlerin (sağdan ve soldan) seçileceğine ön ayak olabiliyormuş?

Türkiye’den para alanlar, Türkiye’nin politikalarının aracısı olanlar, Tatar’ın İngiltere’ye gitmesine veryansın edenler, kendi tarafında durduklarının bütçesinin nereden geldiğini soruyorlar mı? Yarın Akıncı da İngiltere’ye gittiğinde “kimin boyunduruğunda olduğunu” soracaklar mı ve başbakanları ile görüşse “emperyallerle iş birliği yapıyor” diyecekler mi? Dahası, bu soruyu yöneltenlere kızacaklar “faşistlerrrr” diye bağırarak susturmaya çalışacaklar mı?

Türkiye’nin tahakkümüne bas bas bağıranlar çoğunluğun azınlığa tahakkümü sistemine neden bas bas bağırmıyorlar? Sorun bir. Hiçbir iş yapmazmış gibi görünen, 8 saat çalışma günü doldurma gailesi olmadan her eyleme, günün her vakti gidebilecek kadar boşta gezenin boşta kalfası olan bazı büyük sivil toplumcular nasıl oluyor da ekmek derdine düşmüyorlar, nasıl oluyor da Lefkoşa’nın en pahalı restoranlarında yiyip içip, güzelinden arabalara binebiliyorlar? Nasıl oluyor da “bağımsız” kurdukları dernecikleri, yayıncıkları hayatta kalabiliyor, ekmek kapısı olabiliyor? O paranın suyunun geldiği kaynağa ödenecek bir karşılık yok mudur memlekette?

Cumhurbaşkanı Akıncı’ya örtülü ödenekle ilgili çok soru soruldu. O da karşılığında pabucunu çıkarıp salladı “bana ‘çirkin’ iftiralar atarsanız sizi mahkemeye vereceğim” dedi. “Tahakküm” altında yaşamak istemeyenler, fikir özgürlüğünün boyunduruk altına girmesi tehlikesine karşı Akıncı cephesinde olduğunu söyleyenler bu açıklamayı alkışladı. Bir tanesi de “politikacı cevabını verir, dokümanları çıkarır, suçlamaları halk önünde yanıtlar, yanıtlamak zorundadır, şeffaf olarak her şeyi ortaya dökmekle yükümlüdür” demedi. Hatta “mahkeme yolu özgürlüklerin kısıtlanması yolunu açacak tehlikeli bir stratejidir” de demedi. O söylemi dünyanın her yerindeki sağcılar için saklıyoruz, kendimizinkilerde “e adamcağız iyi etti, iftiraya uğramama hakkı var” diyoruz, geçiyoruz. Taa ki seçime kadar, yeter ki seçim kazanılsın.

Akıncı bu siyah beyaz denklemde püri park ilan edildiği için onun mahkeme istemesi adaletli. Düşünce özgürlüğüne darbe değil. Üç gün sonra siyasetçilere her soru soran mahkemede soluğu aldığında suçlu kim? Ötekiler, “tahakkümcüler”, biz değil, orası kesin.

Kimse Akıncı’ya “bir seçim önce örtülü ödeneğe karşıyım, kullanmayacağım, ben Eroğlu gibi örtülü ödenekler kullanarak seçim kampanyası yürütmedim” diye açıklama yaptıktan sonra şimdi çıkıp da “meclisin onay verdiği limitlerde örtülüyü kullandım, meclisten geçirip kaldırmadan bana laf etmeyin” diye açıklama yaptığında neden önceki sözüne sadık kalmadığını bu özgürlük, eşitlik, adalet savunucuları sormaz. O zaman Eroğlu’nun örtülü ile seçim kampanyası yapması neden adaletli değildi, konuşma mevzusu idi de seninki olmamalı demez bu ikili denklemi yaratanlar. “Bizim taraf iyi emeller için kullanıyor parayı” dediklerini, kendilerine uyguladıkları standartları nasıl temize çıkardıklarını duyar gibiyim.

Halk önünde oy isteyip seçim kazanamamışları “müdür vesaire” yapmak nasıl olur da “halk egemenliğine ve iradesine saygı ile bağdaşabilir?” demez bu ikili denklemde kendini hakçı ve özgürlükçü gören kitle.

“Müşavirlere noldu sahi müşavirlere, onla ilgili de sözleriniz yok muydu? diye çıkmaz bu bağımsızlık savaşçıları orta yere.

Sahi, bu ölüm kalım mücadelesi diye sunulan seçimde, barışçılarla faşistler arsındaki kavgada, sınırın öteki tarafı kalem elinde bekliyor da tek dert imzalayacak olanla imzalamayacak olanı seçme ikilemimiz mi? “Barış umudu” için yapılmıyor bütün bu ikilikli denklem. Süreç içinde statüko baki kalırken, baştaki kişi “barış umudu” dağıttığı müddetçe bu “cephede” duranlar, o umudun kazandırdıkları için çiziyorlar bu kutuplaşma çizgisini. “Kazanan biz olalım, hak ediyoruz” diyorlar. Yoksa ne ölüm var ne kalım bu etkisiz ve etkinsiz makamda. Bu makamda sadece kullanılabilecek bir para var, zengin bir çocuğa ailesinin bıraktığı miras fonu gibi algılanıyor bu.

Bu seçimde ikili, siyah beyaz bir görüntü yoktur. Bu seçimde çoklu bir görüntü bile yoktur çoğunlukla. Adayarısının insanları politikacısıyla, sivil toplumuyla, propagandacıları ile (farklı farklı) dış güçlerin emrine amade, tahakkümcü, tek doğrucu, sadece kendi hikayesini “halkın” sesi kabul eden, kendi dışındaki mücadelelere ve mağduriyetlere kulağını tıkayan, sistemden sürekli beslenerek semiren, banka hesapları şiştikçe halkını fakirleştiren, kendi evleri güzelleştikçe alt yapısı ve yolları yıkıma uğrayanların kolektif seçimidir.

Bu sistem, bu gidişat politikacısı ve sivil toplumu ile başı çeken hepinizindir.