Türkiye’den adaya gelen göçmenlerin büyük çoğunluğu dezavantajlı konumda
yaşar adayarısında. Karpaz taraflarına gittikçe sosyal, ekonomik ve eğitim
fırsatlarının azaldığını gözlemleriz. Ancak o taraflara gitmek ya da gittiğinde
gözlem yapmak istemeyenlerimiz bile Lefkoşa’da göçmen çocukların
durumuna baktığında dezavantajlı pozisyonun derinliğini kolayca
gözlemleyebilir.
Kimliksel farkları bölünme noktaları olarak derinleştiren ayrımcı söylemler hem
sağ hem sol kesimden insanların kullandıkları söylemler olagelmiştir. Sol ve
sağın arasındaki fark, sol Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin politikalarının ada
üzerinde etkinliğinin olmasını istemezken, sağın Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin himayesinde kalarak iktidarını bu yolla sağlamak istemesidir.
Ancak ikisinin ortak paydası, içlerindeki hakim grupların Türkiye kökenli
insanlara karşı kullandıkları ayrımcı ve ötekileştirici dildir. Yani, sağın
Türkiye’nin etkinliğini istemesi aslında Türkiye kökenli insanları kucaklayan
politikalar uyguladığı anlamına gelmemektedir. Sağın göçmenlere tutumunun
ayrılıkçı, kutuplaştırıcı, ayrımcı, dışlayıcı yaklaşımı, kırk yıllık iktidarları
döneminde hak temelli bir vatandaşlık kurgulamak yerine, seçim
dönemlerinde destek istenecek bir “oy deposu” olarak gördükleri göçmen
seçmen grubuna “vatanmillet”
söylemleri altında “biz olmazsak sizi geri
gönderirler” gözdağını vererek oylarını istemeleridir. Ama aslında göçmenlerle
ilişkisi bu göz dağı verme ve seçimde kullanma çabasına bağlı olan sağ,
sürekli olarak fay hatlarını ayakta tutmakta ve eşitsizliklerin devamını
sağlayan en birincil aktör olmaya devam etmektedir. Türkiye kökenli
vatandaşların bir “oy deposu” olarak algılanmasının sebebi aslında insanların
“göçmenlik”, “Türkiye kökenlilik” gibi sıfatlarla “tek tip” insandan oluşan bir
grup olarak algılanmasıdır. Gerçekte dünyanın her yerinde olduğu gibi
Kıbrıs’ın kuzeyinde de göçmen gruplar birden fazla kimlikli, çeşitli beklentileri
ve hedefleri olan, çeşitli ideallere ve dünya görüşlerine sahip insanlardan
oluşmaktadır. İnsan, renkli, yetili, yetkin bir canlıdır ve ordan oraya
sürüklenerek istenilen oyu verecek, istenilen seçmen davranışını
benimseyecek kadar basit, tekil ve tekdüze değildir. Her yerde olduğu gibi
burada da göçmenler çeşitlidir. “Türkiyeliler oylarını şu partiye verir” demek
kadar “Türkiyeliler oylarını şu partiye vermemelidirler” demek de bu çeşitliliği,
çokluğu, insana ait olan yetiyi (agency) tamamen inkar etmek, yok saymak ve
insanları hakları olan bireylerden çıkararak araçsallaştırmaktır.
Benzer şekilde, sol da çokludur adayarısında. Göçmenlere karşı ayrımcılık
yapan ve bu dili kullananlar kadar bu ülkede göçmenlerin haklarının
çiğnendiğini konuşan, dillendiren, eşitlik için çalışan insanlar da vardır bu
ülkede.
Beni okuyanlar, önceki yıllarda Ömür Yılmaz’la birlikte yaptığımız TV ve radyo
programlarımızı takip etmiş olanlar bilirler ki, bizler genellikle içinden
çıktığımız sola eleştirel yaklaşmışızdır. İnandığımız evrensel sol değerlerin
Kıbrıs’ta gerektiği gibi sahiplenilmesi için eleştirmeden solun, insan haklarının,
ezilen işçi sınıfın, hakları tanınmayan çocukların ilerlemeyeceğine inandığımız
için böyle hareket ettik.
Sağın tutumu bana göre açıktı, benim onu eleştirilerimle dışarıdan uyarma,
farkındalık kazandırma, yeniden yapılanmasına yardım etme şansım yoktu.
Bu nedenle sağı eleştirmeyi sağın içinden insanların yapmasını ummaktan
başka elimdeki tek şans, iktidarda oldukları sürede göçmenlerin yaşadıkları
ayrımcılıklara dikkat çekecek şekilde makamlarına gitmek, sorunları ifade
etmek ve çözümler için talepte bulunmaktı.
Ömür Yılmaz ve ben bir yıl boyunca genellikle vatandaşlığı verilmemiş (yani
herhangi bir oy getirme potansiyeli olmayan) çocuklarla çalıştık Lefkoşa’nın
orta yerinde. Çoğu okulsuzdu, orta okul çağına gelenlerin okuma hakkı
çalışma izni istemiyle reddediliyordu. Çoğu doktorsuz yaşıyordu.
Çocukları okula yazdırma mücadelesi zorlu ve verimsiz bir süreçti. Okula
yazdırmak için çabaladığımız çocuklar içinde sadece birini yazdırabildik.
Bakanlığın çocukları okula yazdırması için Orta Eğitim Müdürlüğünü ziyaret
ettiğimizde, bakanlık ve iktidar UBP’nin elindeydi. Bize “bunlar bizim
çocuğumuz değil, onlar TC’nin sorumluluğundadır” diyenler sağın
bürokratlarıydı. Çok kapı çaldık çocukların eğitim hakkı için. Çok öneri
götürdük.
Bunlardan bir tanesi de Meral Eroğlu’ydu. Çocukların durumunu anlattık,
yardım istedik. Israrımız çocukların devletin gözetimi altında okul haklarının
sağlanması, sokakta çalıştırılmalarının engellenmesi yönündeydi. Bununla
ilgili tereddüttü “yardım edildikleri takdirde Kıbrıs’a daha çok sayıda
sokulacakları ve Türkiye’de bakıma muhtaç tüm çocuklar için çareyi Kıbrıs’ta
aramaya başlayacakları” yönündeydi. Kendisine adada bulunan çocuklara bu
yaklaşımla sırt dönülemeyeceğini, pek çoğunun hayatlarının ilk yıllarından beri
burada olduğunu, sahip çıkmanın insan hakları çerçevesinde şart olduğunu
anlatmaya çalıştık, ikna olmadı.
Aslında vatandaş olmayan Türkiye göçmeni çocuklara herhangi bir yardım
yapmak istememelerine şaşmamak gerekiyordu. Oy potansiyeli olarak
algılanmayan insanların dert edilmemesi yeni değildir adayarısında.
Solun da karnesinin göçmenler konusunda kırık olduğunu bu ülkede en çok
ifade eden soldan bir insan olarak bu tespitlerin sonunda şunu söyleyebilirim:
Surlar içinde biz yaşayamadık ama başka arkadaşlar aynı ruhla çocuklara
sahip çıkmaya devam ettiler. Ayrımcılığın bitmesi için mücadele solun kendi
içerisinde sürekli olarak tartıştığı ve aşmaya çalıştığı bir şeydir. Aslında “sağ”
ya da “sol” ayrımı olmasın diyenlerin en büyük yanılgısı da tam da bu
yöndedir. Sağ zenginin vergilendirmesini dert eden bir ideolojidir. Sağ,
değişimin, göçmenlikle gelen kültürel farkların kaynaşmasının karşısında
duran, eskiyi olduğu gibi “muhafaza” etmeye yönelik bir ideolojidir. Buna
karşılık sol ideolojinin özü, eşitlikçi, farklılıkları kucaklayan, değişimi ve kültürel
farklılıkları sahiplenen, dezavantajlı pozisyona itilen grupları umursayan bir
ideolojidir.
Kıbrıs’taki solun, kendi özüne dönerek bu ilkeleri hatırlaması gerekmektedir,
doğrudur. Solun içinde de solun kendisini eleştiren, sol ilkelerin pratiğe
geçmesi gerektiğini baskılayan, göçmen çocuklar, göçmen kadınlarla çalışan,
onların seslerini öne çıkarmaya çalışan, ötekileştirmeleri söylem ve pratikte
dönüştürmeye çalışan insanlar vardır ve her gün çoğalmaya devam
etmektedir.
Nasıl ki göçmenler tekil, aynı insanlar değillerse, sol içerisindeki insanlar da
hep aynı değildir. Bu sebeple de siyasilerden talepleri de iyileşmeye,
ayrımcılıkların, ötekileştirmelerin, ırkçılıkların bitmesine yönelik kendine ayna
tutan yadsınamayacak bir grup vardır.
Bugün yine adayarısında insanlar Türkiyeliler ve Kıbrıslılar diyerek, sağ
cenahtan ayrıştırılmaya, kırdırılmaya, oyunu “güvensizlik” temeli ile var olanı
kabul etmeye çağrılmaktadır.
Ben taraftar değilim. Seçmenim. Bu da, seçilmesine oyla katkıda bulunduğum
her lider ve her partiden talepkâr olmamı, eleştirmemi gerektirmektedir. Solun
içerisinde olan, sivil toplum içinde varlık gösteren, partiler içinde varlık
gösteren insanların toplumsal barış ve huzur için politikalar üretilmesini talep
etmesi sorumluluğudur ve bu yönde çalışan insanlar hali hazırda mevcuttur.
Akıncı’ya verilen oylar, bu toplumsal barışın kurulabilmesi temelinde bir sözün
dışa vurumudur. En çok da kendisine oy veren bizler bu pratiklerin hayata
geçmesinin takipçisi olmak yolunda söz vermiş durumdayız. Seçmen olarak
oyumu Pazar günü vereceğim Akıncı’nın isim isim bildiğim, gözlerindeki okula
gidebilme umudunun yıkılışının beynime kazıldığı göçmen çocuklarla ilgili
yapılabilecek her türlü baskıyı yapmasını, farkındalık çalışmalarına dahil
olmasını, değişimi aktivitelerle mobilize etmesini istemeyeceğimizi kim
düşünebilir?
Lider halkın istediklerini yaparsa devam eder, yapmazsa değiştirilir. Eroğlu’na
bu mesajı vermeden, yeni gelecek siyasilere seçmeni dinlemesi gereğini
hangi güçle mesaj olarak verebileceğiz? Ben, adayım seçildiğinde hayal
ettiğim Kıbrıs için çalışsın diye baskı koyacağım, talepte bulunacağım ve
halka eşitlik getiren bir algıyı yerleştirmesi için çağrıda bulunacağım. Siz aynı
eleştirel tutuma sahip olabilecek misiniz? Siz aynı çağrıyı yapabilecek
misiniz? Dahası, bunu yaptığınızda adayınızın kulak vereceğine benim kadar
emin misiniz?