KOMİSYONCU MU   HALKIN HİZMETÇİSİ Mİ ?

Son günlerde bugüne kadar görmeye çokta alışık olmadığımız haberlerle karşılaşıyoruz.

Elleri kelepçeli bürokrat ,eski milletvekili , bakan yolsuzluk ve usulsüzlük yaptıklarından dolayı mahkemeye çıkarılıyorlar.

Hemde defalarca halka teşhir edilerek.

Birçok kişinin ortak duygusunun adaletin tecelli ettiği şeklinde olduğunu hemen söyleyim.Çünkü  belli ki İnsanlar ayın sonunu getirmeyi düşünürken  onlar kendi ceplerini düşündüler!

Peki ama biz yada en azından ben siyasetçinin halka hizmet etmesinin en birincil görevi olduğuna inananlardanım.Bu yolla hem kendini hemde devletinide yücelteceğine inanırım.

Bu devinimden ortaya çıkacak olan sonuçlar hem kendine hem ailesine hemde tüm yurttaşlar  için hayırlı olur diyede düşünenlerdenim.

Peki o zaman siyasetçi neden böyle davranmıyorda iş başına geldiğinde kişisel menfaatleri için yüzdeliklerle çalışan bir komisyoncuya dönüşüyor.

Devleti yüceltmek halka daha iyi hizmet etmekle göreve gelmiş bir siyasetçiyi bu tür yolsuzluklara iten sebepler nelerdir.Hiç düşündünüzmü?

Gelin Sosyolog ve Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ahmet Özerin  bu soruya verdiği cevaba bakalım.

Bir kere lider (ya da siyasi aktör) de herkes gibi bir insandır.

Eğitilirken, yaşamını sürdürürken bu sistemin içinde büyümüştür. Mevcut sistem ise genellikle hakkı, hukuku, erdemleri, adaleti, dürüst olmayı sözde savunup gerçekte ise bencilliği kendine yontmayı, haris olmayı öne çıkaran insan tipi yetiştirmektedir.Sonuçta suyun başında bulunanlar ondan en büyük payı almayı adeta mubah saymaya başlarlar.
 Sistem gücü öne çıkaran, güç ve kudret sahibi olanların rağbet gördüğü bir mekanizma ortaya çıkardığından ve gücün, kudretin önemli sacayaklarından biri de ekonomik güç olarak belirdiğinden, birinci derecedeki siyasi aktörler kamu kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda sömürerek güç ve kudret sahibi olmak isterler.

 Sistem gelecek ile ilgili sosyal ve ekonomik güvenceler sağlamadığından bireyler, gelecekleri ile ilgili sosyo-ekonomik güvenlik mekanizmalarını kendileri oluşturmaya çalışarak kendilerini, ailelerini ve çevrelerini güvence altına almak isterler.

Birincil derecede bu rolleri üstlenen insanlar sadece kendi talepleri ve hırsları ile karşı karşıya değiller.Aynı zamanda yakın çevreleri de bu tür kişileri kendileri için bir kurtuluş umudu olarak görüp, onlar üzerinde maddi ve manevi baskılar kurarlar.Onlara biçtikleri öncülük ve liderlik payesi karşılığında bir pay alma beklentisi içerisine girerler. Bu da lider üzerinde önemli bir baskı oluşturur.

Böylece siyasi aktör (lider), kendini aynı zamanda yakın çevresinin de kurtarıcısı olarak görmeye başlar. Hal böyle olunca onları da bu kaynaklardan yararlandırmaya, kendisi ile birlikte çevresini de "ihya" etmeye çalışır.

Bu da kamu kaynaklarının bir kısmının liderin ailesine, yakın çevresine akmasına yol açar. Böylece merkezde (yani dairenin içinde) yer alan herkes bundan bir biçimde payını alır. Bu pay ikinci halkada yer alanların aldığı paya göre daha bir aslan payıdır. Dolayısıyla lideri koruma, kollama, yüceltme ve onu lanse etme karşılığında yakın çevresi önemli bir pay alır.

Bu yakın çevre içinde kan bağı olanların yanı sıra aileye dahil olmuş muamelesi gören yakın çevre ve daha önemlisi üst düzey (öncü) partililer de yer almaktadırlar. Bu siyasi kayırmacılık çift taraflı işler.

Liderin konumunu ve liderliğini sürdürebilmesi için kendisini orada tutmaya yarayan ve konumunu halkın gözünde "meşru" kılan bir güce ihtiyaç vardır.

Bu fonksiyonu parti görür, bunun karşılığında ise liderin sağlamış olduğu kamu olanaklarından nemalanır.
Sistem şöyle işler: Lider kendini seçecek olanları ( ilçe başkanlarını) çeşitli kombinasyonlarla (atayarak, destek vererek ya da sadece adayını işaret ederek) seçer.Bu göstermelik seçimle gelen ama aslında bir nevi atananlar, başta lider olmak üzere merkezi organları seçerler.

Diğer bir deyişle merkez kendini seçecek olanları daha önceden seçer, onlarda dönüp kendini "atamış" olan merkezi seçerler.

Bu kısır döngü böyle devam eder gider. Zamanla çevre, yani partinin taşra organları, merkezi başta tutmanın bedeli olarak çeşitli rantlar ve gelirler isterler.

Lider ve merkez kadroları da çevreyi temsil eden öncü kadrolardan başlayarak partiyi beslemeye çalışır.

İhale verme, kamu bankalarından kredi sağlama, devletin kasasından proje adı altında para aktarma "adama iş bulma" esası ile çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarına (liyakat ve ehliyet aramadan) kendi adamlarını atama; partililerin beğenmedikleri kamu görevlilerini başka yerlere (tayinlerini çıkarmak suretiyle) sürmek gibi mekanizmalarla bu çark işleyip gider.

Zaten bırakın parti içi kamuoyunu genel kamuoyu da bunları gerçekleştiren liderleri, bakanları, milletvekillerini,  ilçe başkanlarını başarılı olarak görmekte ve alkışlamaktadır! 
 Bu döngü giderek bir yaşam felsefesini, bir zihniyeti ortaya çıkarır. O da "devletin malı deniz, yemeyen domuz", "bal tutan parmağını yalar" zihniyetidir.

Yolsuzluk ve umutsuzluk o kadar büyük bir ağ halinde ülkeyi sarar ki ve o denli sürekli hale gelir ki artık bu ilişkiler ve yaşananlar mubah görülmeye başlanır; sessizlik ve tepkisizlikle adeta "onaylanır"!..

 İktidarların işletmiş oldukları başka bir mekanizma ise bürokrasidir. 

Aslında bürokrat kamu görevlisi olarak halkın işini görmek, kolaylaştırmak, devlet düzeninin işleyişini sağlamak amacı ile bir büroda görev yapan kişidir.

Ancak yolsuzluk ekonomisinin bir kanser ağı gibi yayıldığı ülkelerde durum hiç de böyle değildir.

İktidarlar tarafından atanan bürokratların bir kısmı genellikle iktidarların istek ve dileklerini yerine getirme karşılığında kendileri de rüşvet, torpil, "işi kolaylaştırma komisyonu", kredi, kayırma, atama, yükseltme vs. gibi mekanizmalarla bir düzen oluştururlar.

Halkın vergileriyle oluşan bütçeden maaş alan bürokrat öyle bir an gelir ki kendini halkın hizmetinde bir kamu görevlisi olmaktan ziyade liderin ve onun partisinin atadığı bir memuru olarak görmeye başlar.

Lider ve parti de genellikle himayesine aldığı bürokratı böyle görür. Dolayısıyla çark bu "karşılıklı psikolojik güvence" ile teminat altına alınmış olur.
Görüldüğü gibi yolsuzluk ekonomisinin oluşması için bir üçlü sacayağının oluşması gerekiyor. Tepede siyaset kurumu yolu ile iktidarı ele geçirmiş siyasi aktör, parti organları ve onun öncüleri kısacası "siyaset" yer alır.

Karşıda ise yolsuzluk ekonomisinin kaynağını oluşturan sermaye, iş adamı; işini yapmak, yürütmek isteyen kişi ve kurumlar yer alır; arada ise bu işleyişi sağlayan bürokrasi vardır.

Sacayağının bir tarafı eksik olursa yolsuzluk düzeni de bozulmuş, en azından kesintiye uğramış olur. İşleyişin sürmesi için bu üç unsurun bir araya gelmesi gerekiyor. 

Bir kere şunu hemen vurgulamak gerekir. "Demokratik devleti" "bürokratik devletten" ayıran temel unsur şeffaflıktır.

Bürokratik devlette şeffaflık yoktur, genellikle kim ne yaparsa "yanına kar kalır". Bu da yapılacak her türlü yasa dışılığı teşvik eder.

Oysa demokratik devlette bunun tam aksine şeffaflık vardır. Kim ne yaparsa hesabını verir. Çünkü her şey kamuoyunun gözleri önünde cereyan eder.

En azından katılım ve denetim mekanizması bunu sağlar. O nedenle "iyi iş" yapanlar ödüllendirilir, "kötü iş" yapanlar ise cezalandırılır.

Bu ceza mekanizması oy sistemi ile olduğu gibi suçun nevine göre yasal mekanizmalarla da yerine getirilir. Burada devletin insanından ziyade insanın devleti/insanın hizmetindeki devlet vardır.

 O halde yasalar burada büyük önem taşıyor. Eğer yasal mekanizma (Bizdeki gibi) ekonomik suç işleyenlere yaptırım getirmiyorsa bu ancak ekonomik suçu teşvik eder, arttırır.

Günümüze baktığımızda, devletin bankalarını soyanların, kamu kurumlarını hortumlayanların, rüşvet verip, rüşvet alanların, önemli bir yasal engellemeyle (ve ceza ile) karşı karşıya kalmadıklarını görüyoruz.

Bugüne kadar karşılaştığımız  olaylarda ileri sürülen iddialara bakılırsa trilyonları götürenler, bir süre sonra çıkıp, çaldıkları trilyonların keyfini (bütün bir toplumun gözleri önünde) sürmektedirler.

Bu süreç sadece kamu kaynaklarının çarçur edilmesini teşvik etmekle kalmamakta aynı zamanda kamu vicdanını ve halkın adalet duygularını da zedelemektedir.

Halk arasında sıkça kullanılan "Bal tutan parmağını yalar", "Devletin malı deniz yemeyen domuz" gibi sözler bu durumu olağan gösteren, hatta teşvik eden, kışkırtan bir anlayışın sonucu olarak ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır.

Hatta bu nevi ilişkilerle zenginleşen, güç ve iktidar sahibi olanlar yerilip dışlanmak yerine, birer rol modeli olarak özenilen aktörlere dönüşmektedirler.

Görüyorsunuz ya temiz bir toplum yaratmanın yolu temiz siyasetten geçer. Temiz siyaset ise kuralları önceden belirlenmiş, ilkeli ve siyasi etik kurallarına göre işleyen bir sistem üzerinde yükselebilir bunun içinde seçimlerinize dikkat etmeniz komisyoncu ile halkın hizmetçisini iyi ayırtetmeniz gerekir.