27 Nisanda Cenevrede yapılacak 5+1 toplantısı yaklaşırken Kıbrıs adasının kuzeyinde federasyon için yine gösteriler yapılmaya ateşler yanmaya başladı.

Ayni Annan planı öncesinde olduğu gibi yine daha çok Adanın kuzeyinde.

Hatırlayacağınız gibi Annan planı 24 Nisan 2004 de iki halkın referandumuna sunulmuş Türk tarafı plana %65 Evet derken Rum tarafı Annan planına %75 ile hayır demiş Rumlar AB ‘ne girmiş Kıbrısın kuzeyinde ise biz AB ‘nin dışında kalmıştık.

Geçtiğimiz gün 24 Nisanda İnönü meydanında yine bir miting vardı.

Saygılı mantıklı yapıcı bir duruşla yapılan hak arayışına saygı duyarım.

Ancak sosyal medyadan pandemi için yapmış oldukları telkinleri bir kenara itip meydanlara inenler aradıkları hakkada gölge düşürürler diye düşünüyorum.Benim açımdan Halk sağlığını hiçe saymanın tutulacak bir tarafı yok.

Ankara elini üstümüzden çek sloganı ise yapılan gösterinin maksatlarını oldukça zayıflatan bir çıkış.

Belli ki orada bulunan bazı kesimler oraya federasyon istenci ile değilde daha çok iki kardeş ülkeyi birbirine sokmaya çalışma emirlerine uyup Ankarayı ve hükümeti dövmek için gelmişler ki buda psikiyatriyi ilgilendiren histerik bir bakış açısı.

Diyeceğim şu ki Adabında yapılan her protesto saygıyı hak eder ses getirir ama barış isterken birilerine savaş açmak da açıkçası akıl tutulmasından başka birşey değildir.


Barış kavramına tekrar gelirsek;

İnsanoğlunun hayatını huzur ve güven içinde sürdürebilmesi için oldukça önemli bir yere sahip olan barış, günümüzde üzerinde en çok konuşulan ve tartışılan konuların başında gelmektedir.

Kimisi kırmızı karanfil sunarak kimisi elde balyoz duvarları yıkarak kimisi zivaniya kadehlerini tokuşturarak kimisi ekmek kadayifi yiyerek kimiside barış ateşleri yakarak barış istencini ortaya koymuş.

Ama gelin görün ki barış bir tek karanfil sunarak duvarları yıkarak karşılıklı zivaniya içerek yada barış ateşleri yakarak gerçekleşmiyor.

Bu konuda iki önemli bilim insanı, fizikçi Albert Einstein ile psikanalizin(ruhsallığın değişik boyut, süreç ve katmanlarını inceleyen bir bilim dalı; ruhsal soru, sorun, arayış ve bozukluklar konusunda etkili bir tedavi tekniğidir. ) babası Sigmund Freud barış ve savaş konusuyla ilgili olarak Temmuz 1932 ile eylül 1932 tarihleri arasında mektuplaşmışlar.

Albert Einstein savaş ve barış hakkındaki görüşlerini açıklayıp Sigmund Freud’a dünyanın barışçıl bir yer haline gelmesi konusundaki düşüncelerini sormuş.

Freud da kendi kuramı ışığında yanıtlamış;


Çok genel hatlarıyla insanın saldırganlık eğilimine sahip olduğuna ve savaşın kaçınılmaz olduğuna vurgu yapıyor Freud.

İnsanlar arasındaki çıkar çelişkilerinin tarih boyunca ilkesel olarak şiddet kullanımıyla çözüldüğünü söylüyor.


İlk zamanlardan beri, araçlar değişse de savaşın nihai amacı aynı kalıyor: Bir tarafı zarara uğratarak ve gücünü zayıflatarak talebinden ya da itirazından vazgeçirmek... Tabii ki, nihai bir şekilde tasfiye ederek ya da öldürerek...

Bunların yerine düşmanı korkutup faydalı bir şekilde kullanmanın da söz konusu olabileceğini ifade eden Freud bunun yenileni boyunduruk altına almak anlamına geldiğini söylüyor.

Bu durumu merhamet göstermek olarak tanımlıyor. Ama bu durumda yenilenin intikam duygusunun hesaba katılması gerektiğini ve galip gelenin, merhamet gösterdiğinde, kendi güvenliğinin bir kısmını feda etmiş olacağını söylüyor.

Şiddet uygulayarak galip gelen bu tek başına iktidardaki gücün gösterdiği şiddetin ancak birleşme ile kırılabileceğini de söylüyor Freud.

Ona göre bu güce karşı birleşen bir topluluğun şiddeti kırmasından sonra adalet tesis edilebiliyor. Adalet de topluluğun gücü haline geliyor.

Ama bu da topluluğun şiddeti oluyor hâlâ.

Bu şiddet durumundan adalete geçilebilir mi?

Bunun gerçekleşmesi için, ancak, önemli bir psikolojik şartın yerine getirilmesi gerekiyor:

Ortaklık duygusunun oluşması, fakat geçici olarak değil.

Freud şu çok basit ilkeyi de ortaya koyuyor: Topluluğun tek başına iktidarda olana karşı birleşmesinin doğurduğu kanunlar, güvence içerisinde sürdürülecek bir birliktelik için, bireyin gücünü şiddet olarak kullanması durumunda feragat etmesi gereken kişisel özgürlüğünün ölçüsünü belirlerler.

Başka bir deyişle... Ben başkası üzerinde şiddet kullandım. Kanunlara göre tabii ki cezalandırılacağım.Kabul... Ama bana şiddet uygulayacak birinin de aynı şekilde cezalandırılacağından da o kadar eminim ki, ben cezalandırıldığım için özgürlüğüm kısıtlansa da, bundan sonrası için kendimi güvende hissedebilirim.

Barışçıl bir toplum için önerilen bu duygusal birliktelik ışığında oluşturulmuş adalet sistemi Freud’a göre çok teorik düzeyde kalıyor.

Toplum çeşitli boyutlarıyla eşitsizlikler taşıdığı için, Freud’a göre, bu eşitsizlikler kanunların daha üstün olanlar için yapılmasına ve onların yararına kullanılmasına yol açıyor. Cinsiyet, etnisite, cinsel yönelim, toplumsal sınıf, dil, din, ırk, vs.

Çünkü kendini üstün gören bazı gruplar diğerlerinin de kanunlardan aynı şekilde yararlanmasını istemiyor ya da kendisinin daha fazla ayrıcalığa sahip olması gerektiğini düşünüyor.


Bu noktada ortaya çıkan çatışmalarda ve anlaşmazlıklarda kendini gösteren hak arama mücadelelerinin, hak taleplerinin iktidardaki sınıf tarafından kabul edilmemesi durumunda ayaklanma ve iç savaş gibi şiddet denemelerinin olabileceğini söylüyor Freud.

Tek güce karşı birleşmenin daimi ve kalıcı olması gerekiyor. Sadece tek başına iktidar olana karşı gelmek amacıyla topluluk birleşmişse bu topluluk iktidarda olanın yenilmesinden sonra dağılır, diyor Freud.

Ve kendisini daha güçlü sanan yine iktidar hırsına kapılır ve iktidar-şiddet oyunu tekrarlanır. Bu yüzden de birliğin sürekli korunması, örgütlenmesi, herkesin eşit şekilde uyup uymadığının meşru şiddet aygıtları yoluyla denetlendiği bir sistem kurulması gerekir.

Eğer topluluğun bütün üyeleri bunun için rıza gösterirse topluluk içinde duygusal bir bağ oluşur ve bu duygusal bağ da yeni bir ortaklık duygusu doğurur. Bu ortaklık duygusunun, insanın sevgi eğilimi sayesinde diğer insanları sevmesi ve onlarla özdeşlikler kurmasına bağlı olarak da güçlenmesi mümkün Freud’a göre..

Bu sayede de, insan, saldırganlık eğilimini kendisini savaşla ifade edemeyecek şekilde yönlendirebilir. Zaten insan toplumunun yapılanmasının büyük ölçüde buna dayandığını belirtiyor Freud

Kıbrısta 1955’ lerden itibaren Kıbrıs Türklerine karşı sistematik bir saldırı başlatıldı ve sonucunda da 1974 de bir savaş yaşandı.

Savaşın üzerinden 47 yıl geçmiş olmasına ragmen bu savaşa ve ölümlere neden olanlar ne yazık ki cezalandırılmadı. Hatta ödüllendirildi.BM tarafından tanındı.AB’ ne kabul edildi.

Ortaklık duygusuna gelince.

Rum ve Türk halkları arasında ne yazık ki bu ortaklık duygusu yok.Oluşturulamadı.Tam oluştu derken 1963’te bozuldu.

Sonrada Freudun dediği oldu.Şiddet.

Sibel Siberin (Ayni masada yarım asır-Tutanaklar ve tanıklık)isimli kitabından bir alıntı ile bitirelim;

İlk kez PAB(Parlementolar arası birlik)te gözlemci üyeliği icin bir toplantiya katılmıştık toplanti sonrası üye ülkelerin gündemdeki konuları aktardıkları konferans salonuna geçtim.

Kıbrıs Rum delegasyonuda oradaydı.

Rum delegasyonu PAB baskanına şikayette bulunmus ve salondan cıkartılmamı söylemişti.

Daha da ileri giderek Tükiyenin cenevre ofisi temsilcisi aracılığı ile dışarı çıkarılmamı talep ettiler.

Dışari çıkarılma girişimleri o gün başarısızlıkla sonuçlandı fakat esitlik temelinde adil bir ortaklıkla anlaşmaya nasil varacağımız konusunda zihnimde var olan soru işaretleri çoğaldı.

İsin tuhafi bu heyette çözüm ve barış mesajlari veren Kıbrıslı Türklerle eşit ortaklık kurmaya hazır olduklarını her fırsatta yineleyen AKEL Milletvekillerininde olmasıydı.

Rum tarafı Kıbrıslı Türklerle gerçekten eşit ortak mı olmak istiyor ,yoksa güçsüz bırakıp kendi üniter devleti içinde azınlık haklarına razı etme çabasımı gütmektedir.

Müzakare tutanaklarını okuduğunuzda bu şüphenin her dönemde var olduğunu görürsünüz.

Sibel Siber(Ayni masada yarım asır-Tutanaklar ve tanıklık)