Geçen hafta başladığımız yazı dizimize devam ediyoruz...

Rum yönetiminde 1988 ve 2003 yılları arasında devlet başkanlığı görevini yürüten Yorgos Vasiliu, 2004 yılında Rumların reddettiği Annan Planı döneminde perde gerisinde yaşananları şu sözlerle ifade etmişti.

Vasiliu, “Dönemin Rum Başkanı Papadopulos planı destekliyor gibi görünerek AB üyeliğini garantiledi. Ada’daki güçlü AKEL partisini de ‘Hükümetten atarım’ diye tehdit etti ve yanına aldı”

Kıbrısta Türk ve Rumlardan oluşan İki Toplumlu Barış İnisiyatifi denilen gruplar her fırsatta Kıbrısta bulunacak çözümün BM parametreleri ve federal birleşik bir Kıbrıs olması gerektiğini dillendirmekte ve buna dayalı zaman zaman da gösteriler düzenlemektedirler.

United Cyprus now pankartlarını birçoğunuz görmüşsünüzdür.

Söylemlerde çoğunlukla Birleşik Kıbrıs ve Kıbrısta Barış engellenmez sloganları ön plana çıkmaktadır.

Bu grupların içerisinde bulunan kişilerin hepsi olmasada birçoğunun içinde kan ve gözyaşı olmayan gerçek bir barışı arzuladıklarına inanıyorum.

Yalnız.Teori ile pratiğin herzaman örtüşmediğinden ve hatta diyebilirm ki çoğu zaman şaştığından habersiz olduklarınada adım gibi eminim.

Kıbrıslı Türk ve Rumlar Kıbrıs adası dışında herhangi bir ülkede sonsuza dek barış içinde yaşayabilirler nu normaldir.

Mesela İngilterede,Hollandada , ABD de bu olabilir.

Ama sözkonusu Kıbrıs olduğunda işler değişmektedir. Çünkü bu adada kendilerinin istek ve iradesinin buna yeterli olmadığını bilememektedirler yada daha açıkçası öncelikli amaçları kalıcı barış dışında şeyler olan unsurlar tarafından her an proveke edilebileceklerinden habersizdirler.

Ne yazık coğrafya kaderdir.

Kıbrısta barış insiyatifi gruplarının seslendirdikleri şartlarda barışın kurulsa bile sürdürülebilir olması mümkün değildir. Onların düşündükleri şekildeki barışı alıp çatışma ortamına çevirebilecek onlarca neden ve unsur vardır.Ve en önemlide bu unsurları engelleyecek güce sahip değillerdir.

Pek net olarak tasarlanamayan “Barış” kavramı çok daha somut olarak yaşadığımız “Savaş” olgusunun antitezidir.

Bir başka deyişle iki millet arasındaki çıkar dengesinin kurulduğu, korunduğu duruma “barış durumu” diyoruz. Dengesizliğin sürdüğü, çıkar çatışmasının öldürücü silahlarla sürdürülmesi ise “savaş durumunu” temsil ediyor.

Ancak, uluslararası “şerefli ve adil barış” “her ne pahasına olursa olsun, yeter ki çatışma olmasın” mantığı ile, bireysel özgürlükler ve ulusal bağımsızlıktan ödün verilerek oluşturulacak yapay bir sessizlik ortamı da değildir.

İşte Kıbrısta kurulmak istenen ortak devlet anlayışı altında yatan en büyük tehlikede budur.

Çünkü bu dillendirilen barışı korumak ne yazık ki sade vatandaşın yada barış insiyatiflerinin elinde değildir.

Marks, “toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihinden ibarettir” diyerek savaş ve politikanın belirleyiciliğini gösterir.

Kalıcı barışın sağlanamamasının nedeni, toplumsal zenginliklerin ve üretim araçlarının özel mülk edinilmesine dayanmaktadır.der

Özel mülk edinme sonucunda ortaya çıkan tüm eşitsizlik, adaletsizlik vb. sorunlar kalıcı barışın önündeki engellerdir.

Devlet, savaş ve mülkiyet ilişkilerinin temellerini içinde barındırır. Devlet içeride de ezilenler üzerinden yükselir. Egemenlik kurar. Güçlü devletler, zayıf olan devletler üzerinde egemenlik kurup, sömürür. Süper güç olan devletlerin önünde dünyanın 100 yıllık planları durur.

Görüldüğü üzere yakın tarihte, savaşın kökeni ve varlık koşulu olan sınıflı devlet yapısına karşı toplumsal bir bütünlük içinde mücadele edilmediği sürece harcanan tüm emekler boşa gitmiştir. Günümüze kadar yapılan barış anlaşmaları da güçlü olanın zayıfa zor yoluyla kendi koşullarını dikte etmesinden ibarettir.Ve Rum tarafının arzuladığı barış şeklide budur.

Tabii ki barışı talep etmek temel bir insan hakkıdır. Barışı korumak,Barışı örmek de, bunun için çaba göstermek de insan hakkıdır.

Çünkü savaş, şiddet, çatışma insan haklarının korunması, kullanılması, geliştirilmesinde bir engeldir.

Nürnberg Uluslararası Mahkemesi’ndeki yargılamalar sırasında tutuklularla görüşen G.M.Gilbert’in 3 Ocak 1946’da Nazi Almanya’sının Hitler’den sonra gelen yetkili kişisi Hermann Göring’le yaptığı görüşmede Göring şöyle söylemişti;

“Sade vatandaşın savaş istememesi doğaldır: bu, Rusya’da da, İngiltere’de de, Amerika’ da da, Almanya’da da böyledir.

Bu anlaşılabilir bir şeydir.

Ama politikayı belirleyen gene de liderlerdir ve halkı bir yöne doğru sürüklemek her zaman çok kolay bir şey olagelmiştir; demokraside de, faşist diktatörlükte de.

Sesi çıksın çıkmasın bir halka liderlerin istediğini kabul ettirmek daima olanaklıdır.

Bu çok kolaydır.

Bütün yapacağınız iş halka saldırı altında olduğunu telkin etmek ve barış yanlılarını vatan sevgisinden mahrum olmakla ve ülkeyi tehlikeye atmakla suçlamaktır.

Bu, her ülke için böyledir.

Dedik ya Kıbrıslı Türkler ve Rumlar bu ada üzerinde 2 halk rasında çatışma yaratmayacak kan dökmeyecek bir barış anlaşması isteyebilirler fakat ne yazık hem Türk hemde Rum halkları tek başlarına barış insiyatifindekilerin seslendirdiği barışın sürdürülmesi için yeterli güce sahp değildirler.Çünkü bu politikayı belirleyen onlar değildirler.Liderliklerdir ve Rum liderliği ile birlikte Kilisenin maksatlarıda bellidir.

Qui desiderat pacem Praeparet bellum! Barış istiyorsan savaşa hazır ol" Roma atasözündeki anlamda barisi daha buyuk silaha sahip olan saglar".
Barış istiyorsan caydirici bir güç olmalisin. Savaş ve barış gibi iki kutup etrafında "stratejinin mantığının aslında savaşmak kadar barışın korunmasını" da kapsadığını kabul etmektedir.

Başka bir ifade ile “Barış istiyorsan savaşa hazır ol" sözündeki önlem önerisi de koruyucu orduyu amaçlamaktadır ki bu adada yaşayan halkların barış ortamının sürmeside buna bağlıdır.

Kıbrıs Adası üzerinde son 46 yıldır süren çatışmasızlık ortamına baktığınızda bunu sağlayanın ne olduğunuda somut olarak görürsünüz.

Bu koruyucu ordu Türk ordusudur.

Son söz olarak şu alıntı ile bitirelim;

AKEL Merkez Komitesi evet demedi. Hiçbir zaman evet demedi. Merkez Komitesi, Parti'nin tüzüğünde yaptığımız değişiklikler temelinde demokratik bir işleyişe sahipti ve konuyu sürekli olarak sorunsallaştırıyordu. Polit Büro’nun bocaladığını söyleyebilirim. Fakat sonunda Merkez Komitesi referandumun ertelenmesini istedi. Evet demedi. Sekretaryada çoğunluk evet dedi. Ancak kararı Sekretarya almaz. Polit Büro'da, ifade ettiğim gibi, bir bocalama oldu. Ancak son söz Merkez Komitesin'e aittir ve Merkez Komitesi'nin önerisi partinin topladığı Kıbrıs Konferansı tarafından onaylandı. Aldığımız kararın doğru olduğuna inanıyorum. Keşke, Türkiye bize kulak verseydi. Ve tabii ki Anglo Amerikalılar da sadece bir evet demeselerdi ve referandumların ertelenmesi için nüfuzlarını Türkiye üzerinde kullansalardı, görüşmeler yapılsaydı. Hayır’a ben de bir tik koydum.”

Kaynak: Dimitris Hristofias: “Sessizleştirilen Tarih” - Niyazi Kızılyürek

Devam edeceğiz....