Karşımda bir adam. Kendinden emin. Ağzını açtığında herkesin onu dinlemesini istiyor. Ortamda en çok söz alan kişi. Çevresindeki insanlara öğretiyor. Çevresinde koşulsuz ve sorgusuz söylediği her şeye inanan insanları seviyor. Her bir şeyle ilgili yazabiliyor. Mesela ön yargı ile ilgili yazabiliyor. Mesela ırkçılık. Sayfalarca tarihsel gelişimini bile yazabiliyor. Mesela ötekileştirme; sayfalarca kendi toplumunda bunun nasıl yeşerdiğini anlatabiliyor. Mesela tahakküm, baskı, ezme. Hepsinin ama hepsinin varlığını nasıl toplumda gördüğünü ustalıkla anlatabiliyor. Yazılarda, televizyonlarda, barlarda, kafelerde, köşe yazılarında, siyasi parti toplantılarında, her yerde anlatıyor bunları. Ama herhangi birisi kendisini sorguladığı anda başkalarının sahip oldukları önyargıları, ırkçılıkları, ötekileştirmeleri ustalıkla kullanarak başka insanlara birer saldırı oku olarak fırlatabiliyor. Kendi diye pazarladığı yetkin özelliklere sahip insanlara karşı tahakkümü, baskıyı, ezmeyi nasıl yapacağını en iyi o biliyor ve hepsini birer birer hayata geçirmekte bir saniye bile vicdani rahatsızlık duymuyor.

Toplumunun içerisindeki insanları, “düşünmüyorlar” diye yargılıyor ama çevresinde pek fazla düşünen bir insan istemiyor. Başkalarından öğrenebileceği tek bir şey olduğu aklının köşesinden bile geçmiyor. Düşünce sisteminin, kendine ait gördüğü politik dünya görüşünün bilmesi gerekli her şeyi ona öğretmiş olduğunu düşünüyor. Başka insanlara, başka işlere, başka tecrübelere karşı meraksız. Ya da merakı onları birer objeye döndürüp karşılığında materyal bir kazanç elde edebileceği yazılar yazdığı, siyasi propaganda malzemesi yapabildiği, oy isteyebildiği, proje aracına dönüştürebildiği müddetçe var. Hep başkalarına öğretmek istiyor. Öğretiyor ama öğrenmiyor. Çünkü asla bilmediği bir şey olduğunu düşünmüyor.

Ne olduğunu saklamak için en çok olduğu şeyi eleştiriyor.

Konuşurken etikten, dürüstlükten, kaliteden, bilirkişilikten ve bunların öneminden bahsediyor. Bu özelliklerin hiçbirisine sahip değilken, kendinden iyi gördüğü hiçbir şeye en ufak bir saygısı ve tahammülü yokken, en çok da bunu saklamak için sürekli bu sözlerden bahsediyor. Toplumun insanlarına sahip çıkmasından, kendi insanlarının orada yaşayabilmesinden, bu insanları orada tutabilmek için elinden geleni yapması gerektiğinden bahsediyor. Arkadan da ayaklarını kaydırmak için yapmadığını bırakmıyor, kendi poposunun sıcak minderinden onlar olursa vazgeçmek zorunda kalacağına inanmış, inandırılmış olduğu için kesiyor.

Muhalefetteyken kalitesizliğin geldiği halden, torpilden, ayrıcalıktan dem vuruyor, üretimsizlikten, ehil olmayan insanların ehil olmadıkları işlerin başına getirilmesinden şikayet ediyor. Ama hem muhalefetteyken hem iktidardayken bütün pratiğini kalitesizlerin oralara gelmesi için harcıyor, kendine biat edenlere torpil yapıyor, ayrıcalık yapıyor, üretimle ilgili kılını bile kıpırdatmıyor, ehil olmayan insanları “adamım” diye bir yerlere soğan baş ediyor. Bütün bunları eleştiren, içsel eleştiri yapan, çıtayı önce bizim yükseltmemiz gerekiyor diyen herkesi kendi bünyesinden temizliyor.

Varlığını borçlu olduğu şeyin, karşısındaki alternatifin her gün biraz daha aşağıya doğru politika yapmasının, her gün biraz daha kalitesiz olmasının, her gün biraz daha uçuruma sürüklemesinin, her gün biraz daha insanına saygısız davranmasının olduğunu biliyor. Çünkü ancak kendi kalitesizliğini, kendi toplumu aşağıya çeken politikalarını, kendi uçuruma sürükleyen yaklaşımlarını, kendi insanına saygısızlığını böyle kapatabiliyor. “Ben kötünün iyisiyim bundan gayrı size yol yok” diyen bir tutumu benimsiyor. “Ben ne kadar kötü olursam olayım ondan daha iyi değil miyim” diyor, bu önerinin dışında kimse bir alternatif sunamasın diye sarf ediyor enerjisini.

Kendisini bir yerlere getirmezseniz size ötekini seçtiğiniz için sövüp sayıyor, bilgisiz diyor, cahil diyor, satılmış diyor, şükrancı diyor, biat edenlersiniz diyor, bu memleket, bu insanlar kendi başlarına sayılamaz diyor. Kendi seçilirse, bir yerlere gelirse, para kazanırsa, bu beğenmediği ve üç gün önce kokuşmuş dediği yere “bu memleket bizim” diyor. İnsanlar o zaman güzel oluyor, kaliteli kalıyor, hiçbir şey değişmezken, seçim-yargı önceden işgalken, seçildiği, davayı kazandığı anda devrim oldu diyor, kavga kazanıldı diyor, biat bitti diyor, paraların suyunun nereden geldiğini açıklamadığı halde kendini satmadığını söylüyor, özgürlük için, barış için, memleket için mücadele verdiği gibi bir absürtlüğe inanmanızı bekliyor. Hem kilise hem camiye taparken şükran bitti diyor. Alternatifi kendinden bir adım daha kötü tutmakla kendi çirkefliğinin daha az koktuğunu sizlere sürekli kabul ettirmek istiyor. Bu ikiliden başka oluşan bütün alternatifleri, beğenmediklerini söyledikleri ile birlikte ortadan kaldırmak için amansız bir ittifaka girişiyor. Ta ki “sistem sistem” dedikleri yapının içinde sadece ikisinin diyalektiği kalıncaya dek.

Bu adamın adı organik sol, organik entelektüel, organik yazar çizer, organik aydın, organik siyasi parti, organik siyasetçi, organik sivil toplum.

Tanıdınız mı?