Günleri bile karıştırdım. O günden beri uykularım darmadağınık. İlk gece Facebook’da Kıbrıs’ta sivil toplumda tanıdığım, çok saygı duyduğum birisinin sayfasında çocuk istismarı ve yüzleşme ile ilgili bir ifade gördüm. Bir de Batu ismi (konuyu direk yazan postu görmemiştim). Anlamlandıramadım. İstismarcı olduğu iddia edilen Batu isimde tek bir kişi tanıyordum.* Yazan arkadaşın aynı isimde tanıdığı başka birisi olup olamayacağını sorguladı beynim çaresizce. Internet haberlerde dakikalarca aradım böyle bir haber çıktı mı, okuduğumu doğru yorumluyor muyum diye. Şüpheler içinde bir gece geçirdim. Ertesi gün haberi internet haber sitelerinde gördüğümde dakikalarca hıçkıra hıçkıra ağladım. Tanıyordum kendisini. Adayarısında yaşadığım dört yıla yakın süre boyunca tanıştığım insanlardan biriydi. Daha yakın arkadaşlarımın arkadaşı olarak tanıdım ama eylemlerde yürüyüşlerde kaç kez kucaklaştım. Kaç kez birlikte oturdum, kahve içtim. Onun da olduğu bir gece bir arkadaşımın şiir okumasını dinledim. Yaşadığım şok, üzüntü, acı yakın çevresindeki insanların yanına bile yaklaşamaz diye düşündüm sonra. Tek tek kim bilir neler hissediyorlardır şu an diye düşündüm. Ama hissiyatım orada bitmedi maalesef. Ardından derin bir panik duygusu yaşadım. Derin bir korku. Göçmen çocuklarla surlar içinde çalıştığım o hiçbir şeye değişemediğim süreyi düşündüm. Bizim çocuklarla zaman geçirdiğimiz yere çok yakın yaşamıyor muydu? Bizim arkadaşımız olma imgesi ile herhangi bir tanesine yaklaşmış mıydı? Bu soru ve kabus benim için asla bitmeyecek. Çocukların olduğu her alan, okullar, parklar, kreşler, çocuk merkezleri, maalesef çocukları hedefleyen saldırganları cezbeden yerlerdir. Bunun için bir takım adımlar atılması ve önlemler alınması gerekmektedir. Bu kişiler dışarıdan insanlar olabileceği gibi, çocuklarla yakın temasa geçebilecekleri meslekleri seçen insanlar da olabiliyor ne yazık ki. Ben bunu çocuklarla çalışırken biliyordum. Batu’dan hiçbir zaman şüphelenmemiştim belki ama okuru belki şaşırtmayacak, belki de dehşete düşürecek gerçek, iki ayrı insanın potansiyel cinsel saldırgan olabileceği hissini maalesef o dönemde yaşadım ve çok erken süreçlerde tedbirler aldım. Konunun ciddiyeti sadece şüphe ile bir insanı bu tip bir konuda itham etmeye yetmeyecek düzeydedir. Elimde bir tanık, böyle bir şey yaşadığını bildiğim bir mağdur veya üzerine gidebileceğim bir söylenti yoktu. Sadece gözlem ve hissiyat. O yüzden tedbirlerden birisi bu insanları kendi çevremden ve çocuklardan uzaklaştırmaktı. İkinci tedbir ise çocuklara kimsenin arabasına binmemek, kimse ile toplu olarak vakit geçirdiğimiz yerler dışında bir yere gitmemek konusunda düzenli bilgilendirmede bulunmaktı. Üçüncüsü, gönüllü olmak isteyen insanlara çocuklara arabayla onları bir yere götürmek teklifini yapmamaları gerektiğini telkin etmekti. Sorulduğunda da “kim kimdir bilinmez, seninle gelir, güvenir, sonra kötü niyetli birisine de güvenebileceğini sanır” diyordum. Zaten çok az insan gönüllülüğe ilgi gösterdiğinden bu mesajı vermek çok da zor değildi. Fakat yine de böylesi bir haber çıktığında, sizinle sürekli merhabalaşan, konuşan, sohbet eden, güvendiğinizi çocukların gözlemlediği insanlardan korumak ne kadar mümkündür? Kaç kez ayak üstü konuştuğumuzu görmüşlerdir onunla. İçlerinden onun güvenilir olduğunu düşünen olmuş mudur? Benim sorumluluğum var mı? Çocuklarla ilgilenerek onların buradaki çocuklara dikkatlerini çekmenin vesilesi olduk mu? Yoksa onlar zaten hep incinebilir bir pozisyonda mıydılar? Bilmiyorum. Hiç bilmeyeceğim. Buna dur demek için konuşmamız gerekiyor. Çünkü “sapık, manyak, canavar, insan değil” diyerek ifadelendirmek toplumsal olanı ortaya koymak konusunda yanıltıcı ifadeler. Neden mi? Bu tip canavarlaştırmalar kişiyi sıradan insanların, sosyal çevrelerin içinden çıkan insanlar değilmiş pozisyonuna sokuyor ve dahası toplumsal sebeplerini araştırmaktan ve anlamaktan bizi uzaklaştırıyor. Tecavüzcüler, katiller, çocuk istismarcıları aslında kendi çevrelerinde sevilen, normal davranışlar sergileyen, hepimizin içinden çıkan insanlardan oluşuyor. Şiddet “normalin” içinde var çünkü. Normalleştirilmiş. Canavarlaştırmak bireyselleştirmeye gidiyor. Durkheim sosyolog olarak intiharı incelerken, en bireysel kararı irdelerken bunu hedeflemişti. Düşünün, kendi hayatınıza son vermek gibi tek başınıza aldığınız ve tek başınıza hayata geçirdiğiniz bir kararı incelerken söylemeye çalıştığı şey, en bireysel görünen kararlarımız ve davranışlarımızın bile toplumsal bir bağlantısı ve sebebi olduğudur. Toplumsal olanı görmek, toplumu dönüştürerek bu tip konuların önünü almak için tek çaremizdir. O yüzden “sapık kişiler, canavar insanlar” değil içimizden, kendi çevremizden, sevdiğimiz insanların da bu insanlar olduklarını konuşabilirsek, kabul edebilirsek “nasıl içimizden bu insanlar çıkabildi?” “hangi toplumsal pratikler bu insanları üretti?” sorularını sormaya başlayabiliriz. Bizden değil, bizim içinde olduğumuz örgütlerde aktif değil, bizim çalıştığımız alanlarda çalışmadı, solumadı, yaşamadı demek, toplumsal olanı inkar, grubu sorumsuzlaştırma çabasından ibarettir. Peki bu inkarın sonucu nedir? Kopyalarının ortaya çıkmasına, benzer davranışları taklit edenlerin çoğalmasına izin vermek, sessiz kalmak ve yol açmak demektir. Kendimize sormak zorundayız. Sebepleri nedir? Herkes kendi gözlemlerinden sorular üretirse bir sonraki nesle daha farklı bir tavırla yaklaşabiliriz belki. Çocukları evet eğitelim ve istismarcılara karşı korumak için bilinçlendirelim ama onun kadar önemlisi çocuklarımızdan istismarcılar yaratmamak için ne yapmalıyız diye sormak zorundayız. Çok çalışmadan, emek vermeden maddi bolluk içinde olmak, emeksiz arzu edilen pek çok şeye materyal olarak ulaşabilmek yaşamın anlamını yitirdiğimiz, herkesin ve her şeyin bizlerin zevki, keyfi ve ihtiyacı için kullanılabilecek araçlar olduğu noktasına bizi götürüyor olabilir mi? Adayarısının emeksiz elde ettiği ganimet kültürünün katkısı var mı istismarda? Emek harcamadan başkasının düşüncelerini çalarak yayın yapan, almadığı diploma varmışçasına hareket edenleri alkışlayan hazırcı ve kendici insanları besleyen bu şekilsel toplumun bir payı var mı? Göçmenlere sürekli objeler olarak bakan, para kazanmaktan başka derdi olmayan insanlar gibi sergileyen yaklaşımlarımızın sonucunda “parasını verdiğimiz anda her şey mubah, bu başlarına gelecek en kötü şey değildir” diyenleri yaratmış olabilir miyiz? Sadece öfkelenen, barış gelinceye dek kılını kıpırdatmanın boşuna olduğunu telkin eden zihniyetlerin payı nedir? Hayatı boyunca bir sebepten ya da ötekinden dışlanan, izole edilen insanlar kendi seslerini bulduklarında bu sefer de başka ezilenleri ezerek geçmişle hesaplaşıyor olabilirler mi? Bizim dışladığımız her bireyin başkalarının potansiyel saldırganı olması ihtimali var mı ve biz bunu toplum olarak yapmış olabilir miyiz? “Biz çok iyi çok güzel tertemiz bir halkız” diyenlerin, karılarını dövenleri siyasetin, sivil toplumun önde gelenleri olarak kabul etmesi, bizim insanımızdan katil çıkmaz inancı ile ört bas edilen cinayetlerin ve ev içi şiddetin bir rolü var mı daha şu an örtülü olan gün yüzüne çıkmamış istismarcıların varlığından? Yakınımızda birisi böyle bir şey yaptığında haklarında bildiğimiz şeylerle birleştirdiğimiz değerlendirmelerimiz ve analizlerimizle toplumlarımıza ışık tutma şansımız oluşmaktadır. “Ben tanıyordum” demek ve oradan yola devam etmek zordur ama en kıymetli toplumsal tecrübedir. Hayatımızda çeşit çeşit şiddet modeli görüyoruz. Bazı insanlar bedenimize saldırıyor, bazıları ruhumuza, bazıları arkadaşlığa sadakate inancımıza, bazıları çocuklarımıza. Çocuklarımıza olan en acıtanlardan biridir. Çünkü en toplumsal olanlarından biridir. Bu zanlının yakınlarında olan başkaları da çocuklarla çalıştı. Bana tecrübelerimi sorduğunda kendilerine ilk söylediğim şeylerden bir tanesi istismar tehlikesine karşı izlediğimiz yöntemlerdi. O ne hissediyor? Ne yaşadı? Bilmemiz gerekiyor. Yaraları birlikte sarmak için, yeni öğrenilmiş tecrübelerden yeni yöntemler çıkarabilmek için. Farkındalıklarımızla istismarcıları tanıyabilip çocukların hayatından koparmak için. Ve en önemlisi, elbette istismarcıların çoğalmaması için. Bu yazı zor olanı konuşmak için bir denemeydi. “Konuşmayalım, susalım” bildiğimiz bir yaklaşımdır adayarısında. Bu suskunluğu aşmanın çeşitli yolları var. Yazmak o yollardan sadece biri. Herkesin bir sesi var. Toplumu daha iyiye dönüştürmek için o sesi kullanma zamanıdır. *İsim yazma yazmama konusundaki tartışmadaki duruşum: genellikle çocuk olmadıkları takdirde pratik, suçlanan kişilerin “zanlı” olarak ifade edilmesidir; ama isimleri eğer yetişkin kişilerse saklanmamaktadır. Zanlının güvenliğini sağlamak güvenlik birimlerinin görevidir. İkincisi, Kıbrıs’ta kendi dışımızda gördüklerimizin adının-resminin konması (trafik kazasına sebep olan şoför gibi) ama bir kısmının konmaması çifte standarttır. Üstelik bu örnekteki gibi suçlananın kaçtığı konularda veya böylesi bir konuda hakkında tutukluluk olmadan sokakta gezmesinin yaratacağı potansiyel tehlike düşünüldüğünde ismin deşifre edilmesi bir zorunluluk gibi durmaktadır.