Adayarısında polisin iki tane mülteciyi vurması ile ilgili haberi okuduktan sonra sosyal medyadaki tepkilere baktım. Irkçılık, ayrımcılık, dışlama konusunda içinde bulunduğumuz, çok yönlü anlamamız gereken bir durumdur. Ama her şeyden önce insanlığımızın nasıl darbe aldığını ve içimizin nasıl parçalandığını düşünelim mi bir dakika, başka hiçbir şey yapmadan?

Dikkat çekmek istediğim mesele konunun farklı noktalarında duranların aslında adayarısındaki dışlama ve insanlığından çıkarma uygulamalarını hep birlikte hayata geçirdiğidir.

Sosyal medyada bu haberi okuyarak polisin mülteci insanları “kaçmasınlar diye” vurmasını onaylayanlar, destekleyenler, alkışlayanlar yelpazenin bir yanında dururken, öteki yanında da “ceberut düzene ve sisteme” veryansın edenler var; bunların içinde siyasiler, seçilmişler de var. Artık hükümet olmamış, bakanlık yapmamış bir parti kalmadığına göre de şu an eleştirenlerin önemli bir kısmının bu çarkın içinde olduğu açıktır. Bir kısım parti ve partilinin mülteciler öncelikli meselesi bile değil. Bir kısmı an itibarı ile kendini muhalefette konumlandırıyor ve gücü elinde tutanları suçluyor, bir kısmı Cumhurbaşkanlığı kendilerinden olmasına rağmen “cumhurbaşkanının bunu asla onaylamayacağı ve kınayacağı” umudu ve beklentisi ile kendini bu insan haklarını hiçe sayan yaklaşımlardan temizleyebileceğini, kendini bunun dışında tutabileceğini sanıyor. Cumhurbaşkanlığı bu konuyu ne kınadı, ne ele aldı an itibarı ile ama doğrusunu isterseniz Akıncı’nın Cumhurbaşkanlığı makamını kuru bir “sosyal medyadan kınama” kurumuna döndürmesi de ayrıca sorunlu. Herhalde Cumhurbaşkanlığının sosyal medya kınama merci olması en çok da bu “KKTC batsıncı” zihniyetin hoşuna gidiyor, makamların işlevsiz olduğunu tescillemek en büyük amaçları ne de olsa. Memleketteki her insan hakları sorununu “yaşasın bu ceberut yapıya kınama yapılacak bir mesele daha çıktı” diyerek kullananlar çok. Bunu ya siyasi propaganda malzemesi yapıyorlar ya da “KKTC batsıncı” sivil toplum bu sorunları kullanabilecekleri bir metaya döndürüyorlar. Gerçek insanlar acı çekerken bu zihniyet politik söylemlerine bir araç daha kazandırıyor, bir sayı daha ekliyorlar çetelelerine “KKTC düzeninin yasadışılığını” göstermek için.

Hükümet, “biz kendi kendimizi yönetemeyiz” yaklaşımını kabul etmeyenlere nanik yaparcasına bu konuda da vurdum duymaz.

Mültecilere bir kısım “oh olsun” diyor bir diğer kısım politik olarak haklılığını ortaya koyacak bir nesne olarak kullanarak, konunun merkezini, olmayan bir “sol-sağ” ayırımında tutarak birbirileri ile rekabet edip, hep birlikte seçilecekleri yeni seçimlerin malzemesi yapıyor.

Burada hiçbirimizin görmek istemediği şey polislerin de içimizden olduğudur. Bu ne sadece belli bir gurubun, ne belli bir partinin tutumudur. Adayarısı da adanın diğer yarısı da mülteciler ve göçmenler konusunda iyi sınav veren halklardan oluşmuyor. Kapitalizmin göçmen işçi düşmanlığını benimsemiş olmamız yeterince büyük bir sorundur ama en azından savaş yüzünden evinden kaçmak zorunda kalan insanlara yaklaşımlarımızda dünyanın ötekileştirmelerinde karşı daha geniş bir zırhımız olacağını umut ediyordum.

Bizler savaş gördük. Güneyli olanlarımız evlerini, hayatlarını, coğrafyalarını terk etmek zorunda kaldı. Hepimiz savaş hikayeleri ile büyüdük, güneyden gelenlerimiz kaçış hikayeleri ile. Savaşın derin izlerinin çarpıklıkları hala içimizdeki sinsi bir hastalık. İyileşemediğimiz, çözemediğimiz sinsi bir hastalık.

Suriyeli mültecilerin durumunu bizde daha iyi anlayacak birisi yoktur diye umuyorsunuz ama işin aslı hiç öyle değil. Benim son yedi yıl içerisinde çok Suriyeli tanıdığım oldu. Kimisi öğrencim oldu, kimisi arkadaşım dostum, kimisi akademik çalışmamın katılımcıları. Aklım bana anlatılan savaş imgeleri ile dolu. Ama bir de aklımdan ne hiç çıkmıyor biliyor musunuz? Katılımcılarımdan birkaçının Kıbrıslı Türk bir akademisyen olduğumu öğrenmesi ile birlikte bana anlattıkları adayarısı imgesi ile. Suriyelilere “iyi davranmadığımız”gerçekliği ile dolu. Kuzeye girdiklerinde nasıl hapse kondukları ve kaba muamele gördüklerini anlattıkları imgeler uçuşuyor kafamda. “Bizi neden hapse koydular, biz suçlu değiliz, savaştan kaçtık” dediklerinde verecek bir cevabım olmadan yaşadığım o derin üzüntü ve utancı düşünüyorum. Biz ne zaman böyle olduk? Komşumuz, akrabamız, bu davranışları sergilediğinde, kendimiz bunu yaptığımızda geçmişimizi hatırlıyor muyuz bir an bile olsa? Yoksa yerinden edilmişlik yetmedi, anlamamız için bizim de ülkemizi terk edecek şekilde mülteci olmamız mı gerek? Eskiden nasıldık? Eskiden yolun kenarında bekleyen er evinden uzakta garibandı, soframızdan yemek paylaşırdık; sıcak günde evimizin yakınında çalışan işçilere buzlu su götürürdük. Eskiden yeni yılda, bayramda, 23 Nisan’da, doğum gününde elbise alınırdı, çoğu zaman da anneler ve teyzeler dikerdi akraba düğünü elbiselerini. Eskiden havuzlu villalar yoktu, denize gidilirken alınan basit kürek ve kova en büyük oyuncak, en büyük iltifattı. Her gece meyhane yoktu ama molihiya ayıklanırdı sıcak yaz gecelerinde, imece yapılırdı her gece birinin evinde; yarınki molihiya 7 bağ değil, 4 bağ denir kahkaha atılırdı. Belki o zaman daha yakındık insanlığımıza. Belki o zaman daha yakındık kendi tarihimize, çektiklerimize. Belki o yüzden daha anlayışlıydık başkalarının yaşadıklarına.

Belki her şeye olan bu vurdum duymazlığımızı kıracağımız an savaşı hatırladığımız an olacaktır. Belki zincirlerimizi kıracağımız an mültecilere yapılanlara halk olarak karşı duracağımız andır. Tıpkı kimden nereden gelirse gelsin ırkçılığa karşı durduğumuz an zincirlerimizi kıracağımız an olacağı gibi. Halk artık dur demelidir. Mültecilerin vurulması, hapse atılması, mahkeme önüne çıkarılmasına karşı bir duruşu halk sergilemelidir. O siyasi partinin, bu seçilmişin “iyi adam” görüntüsünü alkışlamadan, kendi partisinin bunu kabul etmediği gibi basit bir yaklaşıma indirgemeden tutumun değişmesini talep etmelidir. Hangi siyasinin “insancıl” göründüğü değiştirmiyor mültecinin yaşadığı deneyimi ve bizim “insancıl görünen adamları alkışlamamız” da değiştirmiyor adayarısında uğradıkları kötü muameleyi.

Hükümetin ve muhalefetin vekillerine binlerce mesaj atın. Somut, gerçek,bu konu ile ilgili ne yaptıklarını sorun. “Polis bize bağlı değil be gardaş bişey yapamayık” derlerse de sizi yönlendirdiklerine sövüp sayacağınıza, “evet ya burda işgal var olmaz” diyeceğinize, “o zaman benden ne diye meclise gitmek için, hükümet olmak içi oy istiyorsun, sana maaş bağlansın diye mi?” diye sorun. Muhalefet ya da hükümetteki vekillerin size kendini acındırmasına, bir şey yapmamasına bulduğu mağdur kulpuna, çok insancıl ve umursar sosyal medya vekilliğine “beğendi” atmayı bırakıp, “bir dahaki sefere sosyal medyadan propaganda yapmak için benden oy isteyecek misin?” diye sorun paylaşımlarının altına, ardından da “bu konuda attığınız somut adım nedir?” diye sorun.

Ombudsmanın ofisinin telefonlarını kilitleyin. Cumhurbaşkanınınkini de. Bu düzende insanın hayatının giderek yok edilmesinden duyduğunuz paniği gösterin. Seçim var yakında. Bunu umursadığınızı gösterirseniz kendi ayakları üzerinde duracak bir yapı kuramayacaklarına sizi ikna etmeye çalışmayacaklar. Aciz olduklarına sizi ikna etmeye çalışırlarsa ve seçim kaybederlerse zaten başkaları tarafından yönetilmeyecekleri bir yol mutlaka bulacaklar. “Biz kendimizi yönetmiyoruz” diyenler alışmışlar, en solcu, en sistem dışı olan gazetelerde kendilerine “kukla” diye 11 ay sövülür, seçime üç gün kala ise sizden yine bu gazeteler aracılığı ile destekler istenir. Alışmışlar sorumsuz hükümetçilik etmeye, sorumsuz devlet başı olmaya. Ne yapamazlarsa faturası başka yere. Siz ise idollere oy vermeye. “İcazetsiz olunmuş olsaydı, bu adam çok şeyler yapabilirdi aslında” üzerinden kendilerini seçmeye devam etmenize alışmışlar.

Ben son 7 yılda çok Suriyeli tanıdım. Kimisi öğrencim, kimisi arkadaşım, kimisi araştırmamın katılımcısı. Hepsi insan. Hepsi evinden uzakta insan. Gelin bir seçim yapın. Bu seferkinde seçtiğiniz insan hayatı olsun. Sade yaşamlarımıza belki geri dönemeyeceğiz ama insana olan sevgimiz, işte o yola geri dönebiliriz.