Kıbrıslı Rumlar Avrupa’nın mültecilere gösterdiği sevecenliği (!) benzer bir
tutumla izliyor. Az sayıda mülteci almayı kabul ediyor ama bunu yaparken de
resmi açıklama olarak Reuters’a düşen haberde “mümkünse Hristiyan” mülteci
tercih ettiklerini ifade ediyor. Gerekçe olarak da “Kıbrıs’taki yaşama Hristiyan
olanların daha kolay uyum sağlayacağı” veriliyor.
Mülteciler, savaş, baskı, şiddet ortamından can derdi ile kaçan, evini, hayatını,
yaşamını, tüm güvencesini arkasında bırakan kişilerdir. Savaşmış, yerinden
edilmiş bir tarihe sahip toplumlar çok iyi bilirler insanın yaşamını arkasında
bırakmasının ne demek olduğunu. Empatiyi işte bu noktada kurabilmek kendisi
yerinden edilmiş gruplar için daha kolay olmalıdır aslında. O noktada insanlık
adına açılan kapılarda karşınızdaki insanın dili, dini, ırkı, etnik kökeni, cinsiyeti,
cinsel yönelimi öncelikli mesele değildir. Tam tersine, kapınızı ölüm, işkence,
açlık veya hapsedilmekten kaçabilmek için açmanızı gerektiren şey muhtemelen
bu kimliklerden biridir. Ya dini, ya dili, ya ırkı, ya etnik kökeni, ya cinsiyeti, ya da
cinsel yönelimi sebebiyle kaçmak zorunda kalmıştır mülteci insanlar.
Yardım elimizi uzatmak için bir grup insanın “Hristiyan, mümkünse ortodoks”
olması koşulu ile işe başlamak aslında insanları mülteci pozisyonuna sokan
zihniyetin bir uzantısı değil midir? Ada yarısının öteki yarısı da bu global utancın
parçası.
Mültecilerin dışında da anlamları var elbette bu tutumun. Rum tarafı adına
Kıbrıs’ı yeniden birleştirecek müzakerelere oturan devletin bu açıklamaları
yaptığı günlerde, “barışmak” için müzakere ettiği grup da Hristiyan değil. Onların
adasının diğer yarısı da Hristiyanlardan oluşmuyor. Her ne kadar da söylemlerini
Rum söylemleri üzerinden geliştiren bir “entel elit” grup adayarısında bizim
“zorla Müslümanlaştırılmaya” çalışıldığımızı söylese de gerçek elbette bu değil.
Evet, Türkiye’nin dini pratiklerinden farklı bir Müslümanlık anlayışı olan Kıbrıslı
Türkler belli bir Müslümanlık çizgisine çekilmeye çalışılmaktadır ve bu sorunlu
bir durumdur ama bunun adı zorla Müslümanlaştırılmak değildir elbette.
Lefkoşa merkezden politika yapan sol elitlerimiz intihalsiz ve sahte diplomasız
bilim yuvaları için mücadeleyi “en önemli sorun” görmediklerinden bilim pek
üremiyor oralarda. Sosyoloji bölümleri olmayan adayarısının durumu
bilimsizlikle birleşince insanlarını kendi seslerinden tanıyamadıkları bir durum
ortaya çıkıyor. Bilimi biraz alandan yapmaya meraklılar, biraz da Lefkoşa
merkezden ve Ledra Palas’taki buluşmalarda türeyen söylemler yerine kendi
köylerinden çıkaranlar varsa bileceklerdir geçmişten bugüne Kıbrıslı Türkler
kendilerini ve Müslümanlıklarını nasıl tanımlamaktadırlar.
“Hristiyan hatta Ortodoks Hristiyan olurlarsa Kıbrıs’taki yaşama daha kolay
uyum sağlayacak” insanları özleyen Rum kesiminin çok kültürlülük, çok
etniklilik, çok dillilik ve çok dinlilik konularındaki algısının iyice mercek altına
alınması gerekmektedir. Kıbrıslı Türkler, Rumlarla beraber kendilerini mercek
altına sıkça almaktadırlar. Bu mercek altına alışın artık biraz daha karşılıklı hale
gelmesi, talepkar olması ve oradaki “zor” meselelerin de konuşulması
gerekmektedir iki toplumlu faaliyetlerde.
Entellerimizin çok irtibatı var iki toplumlu etkinlikler gerçekleştirebilmek için.
Hatta sürekli etkinlik yapıyorlar, 3 Rum 8 Türk, 5 Rum 12 Türk birleşmelerde.
“İki toplumun acıları” gibi içli, duygulu, duyarlı başlıklarının altını her seferinde
sadece Rumların açısından Kıbrıs’taki acıları anlatan bir kompozisyon
oluşturuluyor. Gerçekten “her iki toplumun da acıları” konuşulmuyor bu
toplantılarda genellikle. Adına iki taraflı deniyor ama hep tek taraflı konuşuluyor.
Barışmak ürkekliği kaldırmaz. Karşınızdaki nasıl size bakıp “bana bunlar oldu”
diyebiliyorsa ve siz de bunu kabul edebiliyorsanız, sizin de karşınızdakine aynı
direkt ifadeyle “bana da bunlar oldu” demeniz, onun da sizin yaşadıklarınızı
kabul etmesi gerekmektedir. Bizde genellikle iki toplumun meseleleri değil, bir
toplumun meselesini iki toplumun konuşması hali alışkanlığa dönüşmüş.
Örneğin, bir anda “Kıbrıs’ta Tecavüz” başlığının çıkmasına Rum yönetiminden
izin geldi. Ardından da hemen bir konferans yapıştırıldı. “İki toplumun acıları”
temasına benzer iki taraflı bir çağrı vardı. Vardı olmasına ama tecavüz tek taraflı
konuşuldu, her iki toplumun kadınlarına ait bir şey yoktu, her iki toplumun
kadınlarına ait tek şey, bir Kıbrıslı Türk’ün sanırım moderatör olmasıydı. Kurgu
iki toplumlu, konu tek toplumluydu. Tecavüz milliyetçi bir temelden
konuşuluyor çünkü. Barışımızın “babaları” emir buyurmuşlar, “biz yaptıklarımızı
konuşalım sadece, yapılanı söylemeyelim, o savaş çığırtkanlığı olur, ötekileştirme
olur” demişler. Ama biz yaptıklarımızı konuşurken Rumlara tecrübelerini
sorarsak, onlar da Türklerin yaptıklarını anlatırlarsa o zaman o savaş
çığırtkanlığı ve ötekileştirme olmaz demişler bize. Biz de Rumlar kendi başlarına
geleni bize anlatabilsinler diye öncü bir rol üstlenmişiz barışın babalarının
yönlendirmesiyle. Kıbrıslı Türk kadınlara soran var mı? Pek yok. O yüzden
sorulmadığı için yutmak zorundayız başımıza her geleni, taa ki soruluncaya dek.
Ama barışımızın babaları, bizim başımıza gelenleri Rumlar soruncaya dek
konuşmamamızda ısrarcı olduğu için biz Godot’yu beklemeye devam etmek
zorundayız Kıbrıslı Türk kadınlar olarak. 3‐4 sene evvel, son katıldığım bir elit
toplantıda, daha tecavüz Rum tarafınca konuşulabilir konu ilan edilmeden önce,
“iki tarafın tecavüze uğramış kadınlarını bir araya getirelim” önerisini
sunduğumda aldığım yanıtı hayal edebilen var mı içinizde? “Türkler tecavüze
uğramadı ki!” Şimdilerde tecavüzden sansasyon yaratanlar da inanıyordu buna
üstelik o günlerde. Alanda konuyu çalıştığımı, bu inancın gerçeği ifade etmediğini
söylesem de önerim hiç itibar görmedi elit kadınlar arasında. Meğerse barış
babalarının “çık” komutu gerekliymiş bu mesele için. Hala da iki toplumun
kadınlarını konuşturmaya yönelik hiçbir adım yok bugünün tecavüzle pek ilgili
elitleri arasında. Kıbrıslı Türk kadınlara savaş acılarını soran pek çıkmıyor. E tabi
çıkmadığı için de “barış babalarımızın” direktifi ile sorulmadan
konuşamayacağımız, kendimizden bahsetmemiz savaş çığırtkanlığı ve
ötekileştirme duyulacağı için bize bir tek susmak düşüyor. Susmak, susmak ve
barış dilini kendimize ait özgün sesimizle oluşturamamak. Ya Türkiye’yi takip
edeceğiz ya Rumların söylemlerini. Bize ait üçüncü bir ses olmayacak hiç. Barış
yolunda, barış için dinlediğimiz şiirlerin yazıldığı dili de inkar edeceğiz, nenelerin
Müslümanlıklarından bahseden seslerini de keseceğiz. Çünkü bu adada “uyum
içinde yaşamak için” bizden beklenen kendi nefesimizle var olabilmek değil.
Çok özerk, çok otonom, çok barışçı Kıbrıslı Türk entel, bu seferki konferansı da
Rumların barışa hazırlanması için yapması gerekenler üzerine, orada yükselen
ırkçılık üzerine yapsanız, iki toplumlu, mümkünse bu sefer 12 Rum 12 Türk
olacak şekilde ve mümkünse barışmadan imzalamaya pek de hevesli olduğunuz
anlaşma imzalanmadan önce. Ancak böyle barışacağız, kendimize tuttuğumuz
aynayı öbür yanımıza da tuttuğumuz sürece ve zor meseleleri konuşmaya onları
da biz yönlendirdiğimiz derecede.