Adayarısında toplumsal bir yozlaşmanın yaşandığı sıklıkla ortaya konuyor. Bu
sık dile getirişin sonucunda, bu yozlaşmanın iç karartıcı boyutları düşünülüyor
ve irdeleniyor. En azından belli toplumsal gruplar için sanırım artık bunu
söyleyebiliriz.
Üretimden uzaklaş(tırıl)mış bir toplumun, komşunun mallarını satarak
emeksiz konduğu zenginlik ve ucuza çalıştırılan inşaat ve ev işçilerinin emeğini
sömürmesi, ardından emeğini sömürdüğü bu insanların okulları, hastaneleri,
parkları kalabalıklaştırmasından şikayeti yozlaşmanın en önemli simgesidir
mesela. Eskiye oranla da bu çarpıklığı konuşanlar vardır.
Ya da Kıbrıslı Türklerin içinden tecavüzcü, dayakçı çıkmayacağı, kamusal
alandaki malları ve sanat eserlerini vandalize etmeyeceği, kavgada başkasının
kemiklerini kırıp hastanelik etmeyeceği, cinayet işlemeyeceği gibi yaklaşımları
sergileyenler, Hitlervari ırkçı söylemleri ödünç alarak toplumsal direniş
yapmaya kalkanlar da bu yozlaşmanın bir parçasıdırlar. Bu yapılanların ırkçılık
ve ayrımcılık olduğunu ve dünyadaki örneklerinden farklı olmadığını hatırlatan,
buna karşı seslerini yükseltenler de vardır.
Memleketin üniversitelerinde standartlar, eğitim/hoca kalitesi ve dünyada
kabul edilirliği olan yayınlarla ölçülmesi gereken bilimsel üretkenlik, bir türlü
kapanamayan yollarımızda açılan çukurların içinde yüzmektedir. Hal böyleyken,
“bizim çocuğa da bir diploma satın alacağız artık” denilen bir kurgunun içinde
akademik standartların korunmasını isteyenlerin kapı dışarı edilmesi ve
haklarında soruşturma talep edilen intihalcilerin soruşturmasız ve takipsiz
barınabildiği bir ülkede yozlaşmanın St. Hilarion’un tepesinde oturduğu
muhakkaktır.
Emek sömürüsünden, “kültürel saflık” algısına, oradan da eğitimin fetişize edilen,
çokça değersizleştirilen, bilgi, felsefe ve etik argümanlar üretmeyen yapısı ve
neo-liberallerin o çok sevdikleri rekabet edebilme yetisini bile kazandıramayan
eğitim sistemi örneklerini yukarıda verdim. Bu örneklerin tümünde sorumluluk
aslında “halkındır”. Politikacıya gelmeden halkın yaptığı bir yozlaşmadır bu.
Şimdi mesele sorulup durulan o önemli soruda: Halk bunca yozlaşmışken,
siyasetçi sistemi düzeltmek için gereken değişimleri yapamadığında, böyle bir
halkın siyasetçiyi sorgulama hakkı var mı? Ya da “herşey siyasetçide mi biter?
Halkın hiç mi sorumluluğu yoktur?”
Elbette soruları soruş biçimimiz, basit ve indirgemeci cevapları da istediğimiz
yönde verecektir. “Tabi ki karşısında böyle bir halk olan siyasetçi tek sorumlu
değildir. Kendini düzeltmeyen bir halk, siyasetçisinden de daha iyi bir sistem
isteyemez”, çıkarımı aslında sorunun içinde gizlidir.
Ne yazık ki toplumsal yaşam ve politika böyle basit bir indirgemecilikle içinden
çıkılabilecek olgular değildir.
Herşeyden önce “Halk” bir tane değildir. Tek tip insanlardan ve tek bir
yaklaşımla hareket eden bir sürüden oluşmaz. Halk çokludur. İçinde
yozlaşmışlığı hiç sorgulamaksızın içselleştirenler de vardır, ilkeleri ile yaşamaya
çalışan ve bu ilkeler çerçevesinde taleplerde bulunanlar da vardır, çok ilkeliymiş
gibi yapıp “benden başka herkese yasal, kurallı ve prensipli bir sistem” diyenler
de vardır. Politikacı konuşma imkanı bulduğu bir kaç yüz kişiyi halkın bütünü
olarak algılarsa halkla ilgili önemli yanılsamalara gidecektir. Kendisine ve
partisine eleştiri getiren herkesin garez içinde, sistemin parçası olarak hareket
ettiğini düşünmeye başlayacaktır. Böyle bir noktada, yapılan eleştiriler ışığında
kendine dönmeyi, kendini gözden geçirmeyi aklından bile geçirmeyecektir. O
noktada indirgemeciliği yalnızca halkla alakalı değil, kendi kendiyle ilgili algısı ile
de ilgili olacaktır.
Adayarısında kendi kendini pohpohlama meraklısı politikacı sayısında inanılmaz
artış olan şu günlerde, “bunlar bana karşı” yaklaşımı hakim olmuş, almış
başını gitmiştir. Politikacının bunca kendi merkezinde dünyayı görmesi politik
yetilerini zayıflatan, ilerlemesini, gelişmesini, toplumunu duymasını, toplumuyla
konuşmasını engelleyen bir sonuca gitmektedir. Politikacı sadece kendi
önerdiklerinin, kendi önerdiği biçimiyle değişimi getirebileceğini halka dikte
etmeye başlarsa, halkla beraber sonuçlar üretme kaslarını geliştirmek yerine
“analyışsız, nankör ve art niyetli” gördüğü halka karşı öfke kusma seansları
yaşamaya başlayacaktır.
İkincisi, halkın içinde yozlaşmalara dur demek isteyenler, isteklerinde ne kadar
samimi olurlarsa olsunlar, düzenin değişmeyeceği sinyalini veren politikacılar
köklü değişimlere gitmediklerinde, “yanlışı istememek” noktasında hareket
edecek çoğunluklar bulabilmek güçleşecektir. Mesela, “Müşavir cennetine son
vereceğiz” diye seçim bildirgelerinde propaganda yapıp, halkın içinden bu
yozlaşmanın bitmesi talebini gösterenlere söz veren parti programlarına karşı,
geldiklerinde son vermeyi bir kenara bırakın, buna ekleme yapan hükümetleri
gören halkın içinden önemli bir kısım, “sistem değişmediğine göre, ben de günü
kurtarmak durumunda kalacağım” diye düşünecektir.
Ya da bulundukları kurumları temizlemek idealiyle hareket edenleri sistem
tükürdüğünde, aynı siyasetçiler sistemin dişlerinden olmayı tercih edip
sessiz kaldıklarında, soruşturma, sorgulama yerine “benden değil nasıl olsa
sessiz kalabilirim” dediğinde, halkın aldığı tek bir mesaj vardır: “Konuşan,
gider”. Herkesin gitme lüksü yoktur. O yüzden bazı organik aydınların alaycı
bir edayla “sen don kişotculuk” oyna dedikleri gibi hareket etmek lüksü de
herkesin olmayacaktır, maalesef. Memleketin organik aydınları gibi “hem o
partidenim hem bu partiden, evet efendim de derim, onun bunun ayağını da
öperim tutunabilmek için, kendi alanımda eleştirmek yerine, benden uzakta,
bana dokunmayacak meselelerde ahkam keserim” diyebilecektir ancak. Geri
kalan halk kesimleri içinden önemli bir kısım, organik aydınlar kadar çıkış
noktaları olmadığı, duruş sergilermiş gibi yapıp cila atamadığı için, kızına oğluna
iş isteyecektir muhtemelen. Haksız yere işe girenin kendisine yardım etmesi,
işlerine ön ayak olması ile çarklarını döndürebilecektir ancak.
Halk masum değildir, yozlaşmadan payını almıştır, şüphesiz. Ama sistemin
içinde adalet olacağı, mücadele edeni sistemin tekmelemeyeceği, temiz toplum
isteyenin aşını işini elinden almayacağı, biri haksız kazancı kabul etmezken
diğerinin haksız kazancına sistemin asla göz yummayacağı garantisini verecek
olan halk değildir. Halkın seçilmişleridir.
Halka kaş çatmadan önce, iktidarların ve meclislerin neyi yapmadıklarını
sorgulamak lazım. Politikacı sadece kendinden gördüğünün, kendine biat
edenin hakkını korurken, halkın yozlaşması düzelmeyecektir. Başta soru
şuydu: Halk bunca yozlaşmışken, siyasetçi sistemi düzeltmek için gereken
değişimleri yapamadığında, böyle bir halkın siyasetçiyi sorgulama hakkı var
mı? Ya da “herşey siyasetçide mi biter? Halkın hiç mi sorumluluğu yoktur?”
Soruya cevabı şu şekilde verelim: Halk yozlaşmanın bitmesinden sorumludur,
ama bu yozlaşmanın bitmesini sağlamak için birincil sorumlu, birincil adımları
atması gerekenler politikacılar, meclis ve hükümetlerdir. Seçilmişler bunu
yapamayacaklarını, bundan halkın sorumlu olduğunu söylüyorlarsa o zaman
bulundukları yerde işleri yoktur. Yozlaşmış bir halkın sandığından ancak
yozlaşmış bir meclis çıkar diyorlarsa da zaten halka değişim sözü vererek
baştan sözlerini kırmışlardır. Halka adaletsizliklerin, yolsuzlukların hesabını
sordukları, kimsenin arkasını sıvazlamadıkları, sistemin herkese eşit derecede
verip, herkesten eşit derecede aldığı bir düzen kurduklarına dair güven veren
düzenlemelere giderler ve icraatlar yaparlarsa, halk da kendileri ile birlikte
mücadele etmek dışında bir seçenek zaten bulamayacaktır