Yolsuzluk ve rant... 80 cuntasının jenerasyonu bu iki terimin Türkiye’nin sosyal ve siyasi yaşantısına, 90’ların ortasında, ünlü Susurluk Skandalı ile girmiş olduğu fikri üzerinde hemfikir. Özallı yılların ‘çağ atlama’ furyası ile hayata merhaba demiş olan jenerasyon, 90’lı yılların ortasında kendisini derin bir sosyoekonomik çıkmazın ortasında buluverdi. Kürt köylerinin topa tutulduğu ve ‘derin güçler’ tarafından yerle bir edildiği, Madımak’ın ateşe verildiği, işkencenin olağanlaştığı bir dönemde, iktidarı hegemonyası altına almış alan sağ güçlerin çıkar ve rant ilişkileri, Türkiye’yi 90’lı yılların ortasında büyük bir siyasi deprem ile yüz yüze getirdi. Susurluk Depremi’nin etkisinin 99 depreminin etkisiyle birleşmesiyle beraber, 2002 yılının son haftalarında, Türkiye Ak Parti iktidarına ‘merhaba’ dedi. İsminde de anlaşılacağı üzere, Adalet ve Kalkınma Partisi seçmen tabanına Türkiye Sağının yenilenmesini, rant ve yolsuzluk olaylarının kontrol altına alınmasını taahhüt eden bir siyasi oluşumdu. Bu taahhüt, geçtiğimiz on yıl boyunca, iktidar partisinin oylarını %34’lerden %49’lara taşıdı.

2000’li yılların başlarında, Ak Parti’nin gündemleştirdiği ‘yolsuzlukla mücadele’ söylemi modern Türkiye tarihinde yeni bir siyasi ve sosyal olguya işaret etmiyor. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’ndan bugüne dek, batılılaşma, kapitalist dünyaya ayak uydurma ve ‘milli sermaye’yi yaratma şiarı peşinden koşan tüm iktidarlar bu olgu üzerinde kafa yormuşlardır. 1839 – 1876 döneminde, iktidar odakları ‘Büyük Güç’lerin adamları olarak yaftalanmış ve yabancı büyükelçilikler ile olan ilişkileri yüzünden topa tutulmuşlardır. 1876 darbesi bir bakıma yolsuzluk iddialarının gölgesinde gerçekleştirilmiştir. Dönemin medyası ‘Almanya’nın adamı’, ‘Fransa’nın adamı’, ‘Rusya’nın ajanı’ ithamları üzerinden okuyucu sayısını arttırmayı hedeflemiştir. Abdülhamit’li yıllarda, yolsuzluk ve rant iddiaları gündemdeki yerini korumaya devam etmiştir. Bu dönemde ülkenin siyasi ve sosyal yaşantısına damgasını varan Jön Türkler hareketi, liberalizm ve Türkçülük çizgileri üzerinden siyasi ve sosyal hayatta bir yenilenme taaddüdü ile Osmanlı İmparatorluğunu 2. Meşrutiyet’e taşımıştır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, ‘milli sermaye’ yaratma şiarının sarhoşluğuna kapılan İttihat ve Terakki iktidarı, cebir ve şiddetle ele geçirilen gayrimüslim sermayesi üzerinden deyim yerindeyse ‘kumdan kaleler’ inşa etmek için çaba sarf etmiştir.

Kurtuluş Savaşı’nın son evrelerinde ve cumhuriyetin kuruluşunda, rant, yolsuzluk ve rüşvet iddiaları ülke gündemindeki yerini korumuştur. 1923-1925 döneminde, mübadillerin karşı karşıya kaldığı kriz TBMM’de çetin tartışmaların fitilini ateşlemiştir. Halk Fırkası içerisinde bir grup ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Fethi Okyar ve İsmet İnönü kabinelerini yolsuzluk ve rüşvet iddiaları ile topa tutmuştur. Aynı dönemde, Kürt liderliği tarafından Türkiye topraklarının bir kısmında kurulması planlanan İslami Kürdistan Devleti’nin manifestolarında da Ankara’nın yolsuzluk ve rüşvet vakaları gölgesini bırakmıştır. Şeyh Sait İsyanı’nda yer alan Kürt liderliği, siyasi ve sosyal alanda, Ankara’nın rantçılığından arındırılırmış bir Kürdistan taaddüdü ile yerel halkın karşısına çıkmıştır.

1930’lu yıllardan itibaren, iktidar hedefi ile yola çıkan, merkez sağ partilerin –Serbest Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi ve Adalet Kalkınma Partisi- manifestolarında yolsuzluk, kirli iktidar ilişkileri, rant ve rüşvet iddiaları özel bir yere sahip olmuştur. Siyasi ve sosyal düzlemde yenilenme, kapitalistleşme ve batılılaşma şiarı ile yola çıkan bu partiler kısa zaman içerisinde kirli iktidar ilişkilerinin kısır döngüsüne kapılmışlardır. Kanımızca bu üzerinde durulması gereken bir konudur. Seçmene ‘adil bir düzen’ yanılsamasını sunan merkez sağ partiler neden kısa bir dönem zarfı içerisinde kirli düzenin bir parçası konumuna itilmişlerdir? Bu sorunun birçok yanıtı ve türevi söz konusudur. ‘Milli sermaye’nin eksikliğinin ve zayıflığının ‘rant dağıtan devlet baba’ figürünü gündemde tutmuş olması, Ankara’nın Kürtler ile olan dalgalı ilişkilerinin ‘güvenlikçi devletin’ önünü açmış olması, insafsız politikalarla birkaç yıl içerisinde yerinden ve yurdundan edilen gayrimüslim komprador burjuvasızının ülke ekonomisinde açmış olduğu gedik, modern cumhuriyetin kurulmasına rağmen Türkiye insanının ‘tebaadan’ ‘vatandaşlığa’ geçememiş olması bu kısır döngünün sadece birkaç açılımına işaret etmektedir. 

Bugün karşı karşıya olduğumuz A.B.D., Batı, cemaat – Ak Parti iktidarı gerilimi modern Türkiye tarihi açısından yeni bir gelişmeye işaret etmemektedir. Bu gerilim kapitalist ve küresel diplomasi ve ekonomi sisteminde emekleme safhasını geçmeye çalışan bir ‘ergen’in zaman zaman yüz yüze kaldığı kimlik bunalımıdır. Bu bunalım 1839’dan bu yana hemen hemen kesintisiz olarak Anadolu ve Küçük Asya’nın kaderini elinde bulundurmuş olan sağ, milliyetçi batıcı, kapitalizm aşığı iktidarlarının var olma nedenleriyle birebir ilişkilidir. Bu iktidarın alternatifi bu toprakların neferleri tarafından gündeme taşınmadığı sürece, bu bunalım bizlerin mukadderatı olmaya devam edecektir.