Acı yüreklere düştüğü andan beridir yaklaşık 20 aylık olan yeğenime, ellerine kirlenmemiş gözlerine her baktığımda empati duygusu öylesine bir yıkımla gelip geçiyor ki öfkeyle karışık bir çaresizlik kimi zaman göz yaşına dönüşüyor. Eminim ki bu durumu tek yaşayan da sadece ben değilim.

En kendimizden nefret ettiğim zamanlardır böyle zamanlar. Çocukların bir olayı mağduru veya faili olduğunda basında görünür olması ve buna ilişkin tüm nedenleri hep “dışarda” aramamız. Sosyal risklerin bir anda en sevdiğimizi alabileceği, insanların yaşamlarını paramparça edebileceği geçeği ile yüzleştiğimiz zamanlarda acizliğimizi gördüğümüzde öfkemizi kusarken verdiğimiz tepkimelere bir bakın. Tüm öğrencileri ya da Afrikalıları ayni nefret söylemi içerisine yerleştirebiliyoruz hemencecik. Biz hiç gezmiyoruz o yollarda. Kazaları da şiddeti de tecavüzü de hep “dışardan” gelenler yapar sanrımız.. Yol yapanların, denetlemeyenlerin, bunu önleyemeyenlerin, iktidar edenlerin ve o yollarda gezen bizlerin hiç suçu yokmuş gibi yaygın bir bakış açısı var çoğumuzda. Sosyal hastalıklarımızı çözemeyişimizin temelinde yatan ana sorun belki de bu durumdur. Birkaç gün gündemde tutarak hatta eylem yaparak sonra bir yenisi yaşanana kadar unutup o insanları kendi kaderlerine terk edişimiz sorgulamayışımız hatta sosyal medyada acıya bürünüp öfke kusup 1 saat sonra şarkı türkü paylaşımımız en büyük yüzsüzlüğümüz bizim.

Polis Genel Müdürlüğü’nün seyyar hız kamerası uygulaması ile ilgili paylaşımları hatırlıyorum “devlet bizi soyacak yöntemler geliştiriyor” diyenlerin hiç biri “neden ben ayağımı gazdan çekip kurallara uymuyorum” sorusunu cevaplayacak düzeyde değildi. Şimdi nasıl hissediyorlardır acaba?

Benzer acıyı yaşayan yüzlerce insan var kaderlerine terk ettiğimiz. Gerçek katilin kim olduğunu da hepimiz biliyor ve susuyoruz işte. Bu sefer başka olmalı, yapabilmeliyiz. Bir vakıf kurulsa örgütlense bu aileleri ve yakınları toplasa büyük bir mücadele başlatabilsek birbirimizi unutmadığımızı gösterebilsek keşke… Evet bunu diliyorum çünkü sorun çözme becerilerimiz ortada. Üç beş çember kavşak eylemi ile bitmemeli ve kader, alın yazısı diye yerleşen algıyı değiştirebilmeliyiz. Ama bunu yapabilmek için önce “Bu kadar küçük bir coğrafyaya bu kadar büyük acıyı nasıl sığdırmayı başarıyoruz?” sorusunu sormalıyız kendimize. Daha da önemlisi eylem yapılacaksa bile basında yer alan Mağusa Kaymakamlığı’nın yazmış olduğu yazıların tarihlerine bakılarak ilgili kurumların başında oturan yetkililerin resimleri de taşınacak mı ve üzerinde “katiller” yazacak mı? O tarihlerde koltuklarında oturanları sosyal medyada deşifre edecek miyiz? Artık bunu yapma zamanımız gelmedi mi? Bunu yapamadığımız ve gerçek sorgulanması gerekenlerin yakasına yapışmadığımız sürece hepimiz suçluyuz ve ne acıdır ki bir sonraki yaşanacaksa işte o zaman hiç birimizin söyleyecek tek bir sözü olmayacak.