Çocukluk yıllarımda sık sık işittiğim bir hikaye: 60'lı ve 70'li yıllarda, İstanbul'a Doğu'dan büyük göçlerin başlamasıyla beraber çeşitli dolandırıcılık hikayeleri Türkiye gündemine damgasını bıraktı. Bunlardan bir tanesi, 70'li yıllarının başından itibaren modern Türkiye tarihine izine bırakan Boğaziçi Köprüsü ile ilgili, Aziz Nesin'lik bir hikaye. Yanılmıyorsam dönemin Yeşilçam yapıtlarına da izini bıraktı. Hikayenin özü: Doğu'daki yaşantısını ardında bırakıp, İstanbul'a varan yurt insanı soluğu Boğaziçi Köprüsü'nün girişinde alır. Orada kendisini Anadolu insanını dolandırmak üzere kendi düzenini oluşturan bir grup dolandırıcı bekler. Dolandırıcılar, yurdum insanına “devlet baba” tarafından milyonlarca liraya yaptırılan köprünün hisselerinin satılık olduğunu söylerler. Devlet büyük bir “kumbaraysa”, bu kumbaranın içerisinde herkese yetecek kadar kar vardır. Köprünün sözüm ola hisselerinin en büyük kısmına sahip olanlar, köprüden geçiş ücreti alma hakkı kazanacaktır güya. Bu hikayeye kanan yurdum insanı dolandırıcılara eldeki tüm parayı verir ve köprünün girişine bir masa ve sandalye kurar. Kendi aklınca köprüyü kullanan araçlardan para toplayacaktır güya! Beklenildiği üzere hikaye polis nezarethanesinde sonuçlanır... “Devlet baba”nın kıyağı buraya kadardır sonuçta...
Çocukluğumun hikayesi bana Türkiye'deki devletçi gelenek hakkında çok şeyler öğretti. Öğrencilik yıllarımda, hayatındaki herşeyi devletten bekleyen, umutlarını ve özlemlerini devlete bağlayan insanları tanımakta bu hikaye çok yardımcı oldu. Doktora eğitimi gördüğüm ve Türkiye'nin 1918-1938 dönemini araştırdığım dönemde, bu hikaye Türkiye'deki “devletçi” gelenek için engin araştırma safhaları açtı. Bugün hala ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi'nin ambleminde bulunan “devletçilik” oku aslında “devletin ekonomi safhasında söz sahibi olmasından” ve “karma ekonomi formülünden” çok öte bir toplumsal ve siyasal olgu. 30'ların Türk Devleti kendi vatandaşına “hayat tarzı”, “düşünce yapısı”, “etnik kimlik”, “dil” ve “din” dayatan bir devletçilik anlayışına sahiptir “Herşey devlet içerisinde, devlet için ve devletin vatandaşını yaratması adına” anlayışı 30'lu yılların başlarında toplumsal bilinçaltımızda yeşerip bugünlere taşındı. Modern cumhuriyetin kurulmasından bugüne dek, Türkiye'de iktidara gelen tüm partiler ve tüm siyasi çizgiler bu anlayıştan mayalandı ve bu dünya görüşü üzerine kendi iktidarlarını tesis etmek için çaba sarf etti. Bu siyasi görüşten, liberal kanat da bir hayli nasibini aldı. Ekonomi alanında radikal liberalizm yanlısı politikalarla sivrilen bugünün iktidarı, birçok toplumsal ve siyasi düzlemde hala “devletçi” yani “her alanda söz sahibi olan ya da söz sahibi olma niyetinde” olan bir çizgiyle karşımıza çıkmaktadır. Türkiye'de bugün tartışılan otarşizmin kökenleri aslında bu siyasi dünya görüşünde aranmalıdır. Bu otarşizmin önemli bir açılımı “devlet imkanlarını sonuna dek kendi menfaatleri doğrultusunda sömürmeye” ve “kamu yararını kendi kapitalist uğraşının boyunduruğuna sokmaya ant içmiş” insan tipi bulunmaktadır.
“Devlet kaynaklarını, kamu zenginliğini kendi menfaatlerinin boyunduruğu altında farz eden insan tipi”... Başka bir deyişle “herşeyi devletten beklerken, kendi hayatını otomatik pilota bağlamış olan insan tipi”... Aslında bu hikaye Kıbrıs'a çok tanıdık... Geçmişe dönüp, 1959 yılından sonra bu adada yaşadıklarımıza, değişik bir bakış açısı ile baktığımızda bu gerçek karşımıza çıkar. 1955 sonrasında bu adada başlayan tarih evresine “bu ada toprakları üzerinde, masum insanlarımızın kanı üzerinden çarpışan, karşıt milliyetçi proje evresi” diyebiliriz. Bu evrenin başlangıcını 1950'lilerin ortaları olarak kabul edersek, çeşitli dönemeçli dönemlerden sonra bu evrenin bugünlere varmış olduğunu görürüz. 1950'li yıllarda Kıbrıs Sömürge Yönetimini kendi kontrolleri altına almak için mücadele veren Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk liderlikleri bu mücadelelerini bugünlere taşımışlardır. 1960'ta Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra adanın en önemli gündem maddesi devlette istihdam oranlarıdır. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türkleri adanın bir azınlığı olarak gördükleri için, devlet sektörünün büyük bölümünü kendi kontrolleri altına almak için yoğun uğraşlar verirler. Kıbrıslı Türkler bu zorlamaya 1963'ten sonra cevap verip, önce kendi ghettolarında “alternatif devlet yapılanması” hazırlıkları içerisine girerler. 1974 sonrasında bu çalışmalar hızlanır ve 1983 gerçekliği karşımıza çıkar. Aynı dönemde, adanın güney kesiminde “helenleşme” sürecine girmiş olan 1960 cumhuriyetinde, siyasi partiler ve sendikalar arasında “de facto” olarak uygulamaya sokulan bir “paylaşım mekanizması” devreye girer: Her parti, her örgüt, her sendika “devlet baba”nın dükkanında kendi “tımarına” sahip olacaktır bu sisteme göre. Sağ ve sol, hiç fark etmeksizin, her siyasi ve toplumsal faktör, sahip olduğu toplumsal desteğe oranla “devlet baba” sathında yerini alacaktır böylelikle... 1983 – 2013 döneminde bu paylaşım sisteminin farklı bir versiyonu kuzey kesiminde de aralıksız olarak gündemde ve iktidarda kaldı.
Türkiye veya Kıbrıs... Milliyetçilik denilen olgunun farklı açılımlarına bir göz atmanın vakti geldi ve geçiyor bile... Milliyetçi söylemin arkasına gizlenme ihtiyacı duyan hayalet kim? Devleti totemleştiren, kutsallaştıran, “vaftiz eden” o “eşsiz güç” nedir? “Devlet babadan” iş, aş ve ayrıcalık bekleyen vatandaşın ve adalının bu güç ile olan maddi ve manevi ilişkisi nasıl tanımlanabilir?
Müzakerelerin başlamasına ramak kala bu ada toprakları üzerindeki “devletçilik” mirasını yeni baştan düşünmek durumundayız. Rumlar Türklerin siyasi eşitliğini neden bir türlü tanımak istemez? Kıbrıslı Türklerin geniş bir çoğunluğu neden “özerk devlet mekanizması” üzerinde ısrar eder? Her şey bir güvenlik meselesi midir? Yoksa güvenlikten öte, bu adada tartışamadığımız ya da tartışmaktan çekindiğimiz konular mı var? Biraz kafa yorsak nasıl olur?