Meşruiyet ve Meşrutiyet Üzerinden Müzakerecilik ve Cumhurbaşkanlığı

Adayarısında çok akademisyen türedi.Maalesef hepsi olması gerektiği gibi bilgili, gerçekten özverili süreçlerden geçerek doktora almış, tipik akademik kişiliklerde gözlemlenen“çok okuma” alışkanlığına sahip karakterler değil. Bunlardan bir tanesinin geçenlerde televizyonda “meşruiyet” kavramı konuşmaya çalışırken “meşrutiyet” dediğini duyunca yapacak daha başka birşey olmadığından gülümsedim. Ama aslında yapılacak şey elbette var. Bu kavramların “akademisyen” kimliğine bürünenler tarafından bile yanlış kullanılması, aslında demokrasimizde doğru sorular ve doğru tartışmaları yapmak konusunda hala limitli olduğumuzu ortaya koyuyor. Yapmamız gereken demokrasimizi kavramlar üzerinden ve bizi en birincil ilgilendirmesi gereken“seçilenler”ve meşruiyeti olanlar üzerinden konuşmaktır.Milletvekilliği, yerel yönetimler seçimlerini geride bıraktığımıza ve cumhurbaşkanlığı adaylıkları ile ilgili spekülasyonlar ortaya çıkmaya başladığına göre, kavram kargaşalarını bitirerek, doğru kavramsal algılar üzerinden demokrasimizin durumunu cumhurbaşkanlığı üzerinden konuşmamız bir gerekliliktir.

Demokrasi için meşruiyet meselesi en temel meseledir.Yönetenlerin halk iradesi ile seçilmesi ilk adımdır.Görevi talep edenler belli prensipler ve çizgiler ortaya koyar, halk da bu kendi beklentilerini yansıtıyor ise görevi verir. İşin ikinci ve bir o kadar önemli kısmı ise göreve geldikten sonra bu halk iradesinin yönlendirmesine göre seçilenin hareket etmesi gerekliliğidir. Siyasi iktidarın meşru olması demek, halk tarafından onaylanmış ve desteklenmiş olması demektir.

Meşruiyetle karıştırılmış olan “Meşrutiyet” konusuna ve konumuzla alakasına yazının sonunda döneceğim.

Beni en çok ilgilendiren cumhurbaşkanı adaylığı ihtimali Kudret Özersay’ın adaylık ihtimalidir. Kendisini uzun süredir takip eden insanlardan birisiyim. Sağolsun, Toparlanıyoruz ilk kurulduğu aşamada, sivil toplumun parçası olarak bizimle de oturup konuşmuş, bu hareketin amaçlarını herkese anlattığı gibi bize de anlatmıştı.Ben kendisini ilk kez bu süreçte yüz yüze tanıdım.

Akademisyen kimliği, uzun yıllar akademik kimliğini bürokrat kimliği ile buluşturması, etkileyici kişisel hikayesi, mütevazi ve yaklaşılabilir olması açılarından sevdiğim, saydığım bir kişidir.Eroğlu’nun seçilmesinin ardından özel temsilci atanması da “yakışmıştı”. Neden yakışmıştı? Halk iradesi ile Cumhurbaşkanlığı’na getirilen Eroğlu’nun atadığı bürokrattı çünkü.Yani, meşruiyetini halkın seçtiği cumhurbaşkanı kendisine sağlamıştı.Buraya kadar demokrasi prensipleri içerisinde sorgulanması gereken hiçbirşey yoktur.

Bu meşru zeminin ötesinde Özersay halk nezdinde bir başka boşluğu daha doldurdu. Müzakere süreçlerinde uzun yıllar boyunca ekarten edilen Kıbrıslılar’ın hissettikleri yok sayılma hissini, Kıbrıs aksanı ile konuşan, Kıbrıs kültürel hikayelerini herkesin ilişkilenebileceği bir üslupla sosyal medya üzerinden aktarabilen, sonrasında da adayarısında hızla ivme kazanan sivil toplum harketlerine dahil olup, bunu “temiz toplum” söylemi üzerinden aniden ortaya çıkan bir “sivil toplumculuk” ile yapması kendisine meşru özel temsilcilik ötesinde bir tanınırlık olanağı yaratmıştır.“Kabul edildi mi” sorusu test edilmemiştir, yukarıda değindiğimiz karaktersitiklere vurgu yapan ve makamı olan bir kişinin sosyal medyada birkaç yüz “beğeni” alması elbette sandıktan onay çıkıp çıkmayacağının göstergesi değildir.Ama sandık öncesinde, şu anda tartışılması gereken bir meşruiyet sorunu vardır.

Demokratik prensipler içerisindeki meşruiyet sorunu, Özersay özel temsilcilikten istifa edip geri geldiğinden itibaren yaşanmış bir durumdur.Gidişinin en önemli sebebi “bu meclis beni temsil etmiyor” diye Twitter üzerinden başlayan hareketinin seçilmiş cumhurbaşkanı Eroğlu tarafından kabul edilmemesidir.

Eroğlu’na göre seçilmiş meclisi tanımayan, kendisini dahil herkesi bir sivil toplumcu şapkası ile eleştirmek isteyen Özersay’ın bir yandan sivil toplum eleştirmeni bir yandan da o şapkayı asıp özel temsilci şapkası ile kendi bünyesinde oluşan halk iradesini temsil etmesi olamayacak birşeydi.

Eroğlu elbette bu hazımsızlığı herhangi bir teorik alt yapı ile yapmış değil.Hazımsızlığı, siyasi hayatın tecrübesi içerisinde, Özersay’ın sivil toplum üzerinden öne çıkmasının bir sonraki seçimde gideceği yeri görmüş olmasındandır.Eroğlu’nun siyasi endişelerini bir kenara bırakarak durumun sıkıntılarına kuramsal açıdan yaklaşalım.

Sivil toplum bağımsızdır. Bayrak yakmaktan, askerlik belgesi yırtmaya ve varolan meclisin kendisini temsil etmediğini vurgulamaya kadarsivil toplum içindeki bireyler devletle keskin ayrılıklar ve zıtlıklar yaşayabilir. Doğası gereği de devleti eleştirir ve hem insanların kendini ifade edecekleri alanı genişletir hem temsiliyeti arttırır hem de halkın önem verdiği meselelere politikacıların eğilmesini sağlar.

Özersay’ın ilk sorunlu pozisyonu bu iki farklı rolü bir kaba sığdırmaya çalışması oldu.Devlet mekanizmasının bürokratik çarkları içinde bir sivil toplumcu rolünün çarpıklığı “temiz topluma” aç olan pek çoğumuz için görünmez hale geldi.Ama zaten kısa bir sürede istifa etmiş olması da bu tartışmayı gereksiz kıldı.Özersay’ın ilk açıklamalarına ve izlediği “istifa” rotsına baktığımızda da devlet içinde bürokrat kimliği ile değişimi yapabileceğine olan inancını yitirdiğini, Kıbrıslı Türklerin önce içeride sorunlarını çözmeye eğilmek gerektiğine inandığı için sivil toplum alanında daha yararlı olacağına kanaat getirdiğini söylemlerinde görebiliriz. İstifası bu noktada kalmış olsa idi, demokratik açıdan yine sorun teşkil eden bir durum oluşmayacaktı.

Özersay’ın ikinci kez göreve gelmesi meşru olup olmaması açısından sol yada sağ cenahta gariptir ki çok fazla ele alınmadı.Görüşmeler ivme kazanınca “tam yetkili müzakereci” olarak yeni yetkilerle donatılarak göreve dönen Özersay ile ilgili Derviş Eroğlu’ndan direk açıklama yerine Cumhurbaşkanlığı imzalı bir açıklama çıktı.Dayatmanın ne oludğunu iyi bilen Kıbrıslı Türkler için dönüş şartlarının irdelenmesi önem arz etmektedir.

Memleketin seçilmiş cumhurbaşkanı özel temsilcilikle sivil toplumculuk rollerini bir arada kabul edemeyeceğini açıkladıktan sonra, aynı özel temsilci “Toparlanıyoruz’a devam” açıklaması ile göreve geri geldi. Hem de “tam yetkili müzakereci” olarak. Gitme sebebinden vazgeçmediğini gümür gümbür haykırarak Özersay göreve geri nasıl gelebildi? Eroğlu, Özersay’ın Toparlanıyoruz’daki rolünün doğru olduğunu kabul ettiği bir açıklama yapmadı. Aniden fikrini mi değiştirdi? Halk önünde “ben hatalıydım özel temsilcim haklıydı” demeyi mi kabul etti?Ettiyse bu cumhurbaşkanının istifasını gerektirecek bir durumdur.Eroğlu’nun siyasi bir utançla “olamaz” dediğini gönlüyle geri çağıracağına inanması, konuya bir dakikasını veren herkes için eminim ki güç olur. Hele de Cumhurbaşkanlığı sinyali veren “tam yetkili mücakereci” kendisine ayan beyan rakip olacağını ya da Eroğlu’nun kendi leyhine yarışa girmemesini beklediği sinyaller verdiği bir tablo çizerken, Eroğlu’nun gönlüyle Özerday’ı saraya davet ettiğine sanırım kimsecikler inanmayacaktır (bknz. Sabahattin İsmail’in 12.07.2014 yazısı).

Demek ki Özersay’ın seçilmiş cumhurbaşkanından gelen meşru bir pozisyonu “özsel” olarak yoktur.Pozisyonuna geri gelmesi Eroğlu’nun sıklıkla kabul ettiği bir dayatma ile ancak mümkün gözükmektedir. Dayatmanınsa meşru olmakla hiçbir alakası elbette yoktur.

Özersay’ın yeniden getirildiği pozisyonda meşru olabilmesinin bir başka yolu da hükümet olabilirdi.Yani CTP Özersay’ın müzakereci olması yönünde baskı koymuş olsaydı da durum meşru bir hal alırdı.Orada da CTP hükümeti Dış İşleri Bakanlığı’na Özdil Nami’yi getirdi, Kıbrıs meselesinde daha aktif rol oynayan bir dışileri bakanlığı yaratacaklarını ilan etti, ardından Özersay’ın “tam yetkili müzakereci” titri ile ilgili rahatsızlık ifade etti ve Nami’yi Özersay’a alternatif olarak sunmaya çalıştı. Hepimiz basından bunu da izlediğimize göre Özersay seçilmiş hükümetin desteği ile de bulunduğu pozisyona getirilmedi.

Bu sorular pek fazla sorulmadan, demokratik eksiklikleri pek fazla tartışılmadanÖzersay’ın ikinci ve “tam yetkili” ataması gerçekleşti.Neden siyasi arenamızda “meşru olarak temsil edilme” gibi önemli bir demokrasi sorusu fazlaca irdelenmedi?Birkaç sebebin altını çizersek demokratik güçlüklerimizi daha iyi anlayabiliriz.

Bir sebebi elbette önceki özel temsilci atamasının yeni bir uzantısı olarak algılanmış olması ve meşruluk zemininin çok farklı bir noktada olduğunun pek sorgulanmamasıdır.

Bir başka sebep “temiz toplum” söylemi ile çizdiği imaj, halkın, sivil toplumun içindeolması ve yukarıda saydığım kişilik özellikleriden ötürü “sevilen saygın” bir insan algısıyla meşru olarak göreve gelmek birbiriyle eş tutuldu. Halbuki, bir kişinin sevilmesi, iyi “adam” olması, “dürüst” olması siyasi olarak güç kullanabilme yetkisinin olmasıyla alakalı bir durum değildir.

Üçüncüsü Kıbrıslı Türklerin çokca içselleştirdikleri batı kolonyalizmi içinde “bizim çok fazla yetişmiş insanımız yok, başka kim bu görevi yapabilirdi ki” algısının güçlülüğüdür. Bizden olan yetişmiş insanların az olması ve Özersay’ın bu az sayıdaki insandan biri olması da meşrulukla eş tutuldu. Halbuki, DAÜ’de bile Özersay’a benzer profilede, bu meselelerde çalışan Kıbrıslı akademisyenler vardır.Öte yandan akademisyen olmadan Nami, bu görevi kendisi de yürütmüş ve halk tarafından onay almış bir partinin dış işleri bakanıdır.“Bunu yapacak insan yoktur” güven eksikliğine vurgu yapılması sadece meşruluğu konuşacak zemini ortadan kaldıracak bir araçtır.

Son olarak da Eroğlu ve CTP’ye ayrı ayrı karşı olan grupların Eroğlu’nun ve CTP’nin açıkça istemediği Özersay’ın paraşütle göreve gelmesinden keyif duymasıdır. Doğruyu söylemek gerekirse, insani boyuttan baktığınızda ideolojisini benimsemediğim ve kapalı (ve açık) kapılar ardından intihalcileri destekleyen Eroğlu ile mukayese edildiğinde ya da kendini sol tanımlayan liberal çizginin merkez konumuna yerleşen CTP’nin çok da “halkın içinden” intibası vermeyi başaramayan dış işleri bakanı Nami ile mukayese ettiğimde, ben de Kudret Özersay’ın oradaki varlığını çok da sorgulamadan kabul etme eğiliminde buluyorum kendimi zaman zaman. Ancak demokratik ve halk iradesine dayalı bir sisteme gerçek anlamda tutkuluysak, demokrasi idealinin gerektirdiği zor soruları da sormalı, asla kabul etmeyeceğimiz insanların meşru zemindeki pozisyonlarını da tanımalıyız. Gerçek şudur ki ben ve benim gibiler her ne kadar beğenmesek de Eroğlu an itibarı ile meşru zemini olan bir cumhurbaşkanıdır. Nami de, halk iradesi ile seçim kazanarak milletvekili olan, sonra da iktidara layık görülen partisi tarafından dışişleri bakanı yapılmış meşru bir seçilmiş kişidir.

Şimdi gelelim yazının başındaki “meşrutiyet” meslesine. TDK’nın en basit tanımı ile meşrutiyet “Hükümdarlıkla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükûmet etme biçimi” dir. Özersay, kendisini istifaya çağırmış, bir dönem daha seçilmek isteyeceği gün gibi ortada olan meşru cumhurbaşkanı tarafından yeniden tabir yerindeyse “meda zori” “tam yetkili görüşmeciliğe” atandığına göre ve halk oluru ile “tam yetki” sandıktan kendisine çıkmadığına göre şu anda olsa olsa içinde meclisi de olan (pek onu temsil etmiyor olsa da) bir hükümdarlığın müzakerecisidir.