Umut ÖZKALELİ-KIBRIS TİME

Anafartalar zaferlerle doluydu, Anafatalar ölümsüzlerin yoluydu, Anafartalar gururdu, şerefti, şandı.

Lisemiz Anafartalar’da futbol sahasının yanında kocaman bir çam ağacı dururdu. Sıcak günlerde altında oturur, platonik ilk asklarımızı futbol oynarken seyreder gülüşürdük. Müzik amfisinde nota okumayı öğrendirdik, tiyatro salonunda piyanonun sesinin eşliğinde koro çalışırdık. Spor salonunun parlak cilalı parkeleri spor ayakkabılarla üzerinde koşarken garip sesler çıkarırdı. O ses basketbol maçları ve beden eğitimi dersleri ile özdeşleşmişti adeta. Hızla koşup kaygan parkelerde kaymak gülmek için bir bahaneydi o zamanlarda. Plansızlığın, bütçesizliğin, eğitim bütçesinin arka plana düşüşü bizim dönemde başlamıştı. Müzik amfisi ben Anafartalar’a girdikten bir kaç yıl sonra dersliğe dönüştürüldü. Onu coğrafya amfisi ve biyoloji laboratuvarının bozulup sınıflaştırılması izledi onu. Biz son yılımızı içinde kabartma haritaların asılı olduğu coğrafya amfisinin daimi üyeleri olarak geçirdik. Hüseyin hocanın, namı diğer 93 (lakabını çok sevdiği için kullanılmasına hiç kızmazdı), yüreği parçalanarak amfinin sürekli kullanıma açılmakla bozuluşundan bahsettiğini, bizleri dikkatli olmaya davet ettiğini hatırlıyorum. O zaman önemini çok algılayabiliyor muyduk pek emin değilim. Amfinin arka cenahında otururken pencereden baktığımda masmavi denizin bembeyaz kilise ile birleşik görünen manzarasına baktığımda, ne çok kültürlülüğün orta yerinde olduğumun farkındaydım ne de muhtemelen bu manzarayı ikinci kattan görebilmenin benden yirmi sene sonraki nesile bırakılmayacak kadar Girne’nin hoyrat kullanılacağının. O zamanlar az öğretmen vardı, teneffüse çıktığımız alanı kaplamadan kenarlara park ederdi öğretmenler. Beyaz Renault 9'larin hangisi kimindir, plakalardan bilirdik. Hiç Mercedes ve BMW sahibi öğretmen yoktu ben Anafartalar’da öğrenciyken. Öğretmenlerimize saygımız sonsuzdu. Saygımız bindikleri arabadan gelmezdi, “öğretmen” olmalarından ileri gelirdi. Öğretmen orta halliydi, bazıları Rumların evlerine yerleştirilmişlerdi Güney’den geldikleri için, önemli bir kısmı Sosyal Konutlarda ev sahibiydi. Biz bir devlet okuluyduk. Orta sınıf öğretmenlerin, orta sınıf öğrencileri olan bir devlet okulu. Aç değildik, açıkta değildik, kebap partileri hep vardı, piknik çok sıktı. Okul da bizi hep pikniğe götürürdü. Ben Kıbrıs’ı sanat tarihine aşık öğretmenin Tülin hanım sayesinde, arkadaşlarımla gezdim.

Anafartalar zaferlerle doluydu, Anafartalar ölümsüzlerin yoluydu, Anafartalar gururdu, şerefti, şandı, ve bizim okul marşımızdı.

Bizim lisemizde okul marşı öğrenci bandosu tarafından çalınırdı. Belevi hocanın yüksek oktavlı sesi ile çarşamba öğleden sonra bando çalışması yapılırdı bahçede. Elime öğrenmem için verdiği müzik aleti tuba olunca bando takımındaki liseli oğlanlar "kıza" yakışmaz diye dalga geçmişti. Belevi hoca bilmez ama "ben bir Fransız bandosunda gördüm, kızlar da çalıyordu, yapabilirsin" dediğinde toplumun kısıtladığı kadın rollerine sıkışmamak için bana çok güç vermiş bir tecrübe olarak yazılmıştı onun tavrı ve üfleyip durduğum tuba kafamın içindeki haneye. Sevtap hocam edebiyat sınıfında kaldırır, arkadaşlarımıza gelecek hedeflerimizi ve hayallerimizi anlatmamızı isterdi. "Yeter ki isteyin, başaramayacağınız bir şey yok hayatta" derdi. Beril hocam İngilizceyi müzikle, sohbetle sevdirdiğindendi ki eğitim sisteminin canavarlaştırdığı İngilizce, düşmanım olmaktan onunla çıkmıştı. AB yoktu o zaman, AET idi, gazete okuyor muyuz, AET nedir biliyor muyuz diye sorardı Zeka hoca sınıfta. Her ne kadar da “Anafartalar iyi değil” deyip çocuğunu Lefkoşa’daki okula gönderme modası çok olsa da, çok öğretmen özveriliydi, çalışkandı Anafartalar’da. "Tarih dersinde uyunur diyenler halt etmiş" dercesine Hüdaverdi Hocam heyecanlı, hızlı, peş peşe sorularla sözlü olarak test ederdi anladık mı, öğrendik mi haftanın konusunu. Hep gülümseyerek, hiç bir zaman kızmadan. Sanırım onun izlerini taşır sınıflarımda hiç peşimi bırakmayan güler yüzlü otorite yaklaşımı. O da bilmez ama “ bir öğretmenimin hep dediği gibi, kopya çekmek serbest! Ama sakın yakalanmayın” Anafartalar’dan gülümseyerek dünyanın muhtelif yerlerindeki sınıflarıma taşıdığım sözüdür.

Üniversite sınavında Gazi Üniversite’sine yerleştiğim haberini kendisine vermeye gittiğimde, bahçesindeki gülleri sulayan Hüdaverdi hocama “sayenizde hocam, emeklerinizi unutmayacağım” dediğimde, gülümseyerek “başarı senin kızım, sen çalıştın” diyerek alçakgönüllülüğün ve insanları güçlendirerek yetkinleştirmenin ne demek olduğunu yıllar sonra baktığımda anlayacağım bir iz daha bırakmıştı bende. Rehber öğretmen bize lise sonken ulaşabilmiş bir fırsattı. Orada da Müge hocamdan insanla uğraşan mesleğin nasıl şefkatli, nasıl ilgili olması gerektiğini, nasıl her bir insanın tek tek kıymetli olduğunu yaşayarak tecrübe ettim. Üniversitede ne zaman öğrencilerim ofisime gelse Anafartalar Müge hocamın örneklendirmesi ile ofisimde boy göstermeye devam eder. Lise son sınıfta, faaliyetlerden çekilerek üniversite sınavına hazırlandığım süreçte, BRT’de lise öğrencilerine hazırlattıkları “Tarihimizde Bu Hafta” programının Limasol direnişi Anafartalar’a düşünce Zeray Hocam gönüllülerin listesini almış, ben gönüllü olmayınca sebebini sormuştu. Vaktim olmadığını, sınava hazırlanmak için sürenin kısıtlı olduğunu söylediğimde beni yanına çağırmış, “sen yarın üniversiteye gideceksin, arşiv çalışmasının ne olduğunu tecrübe etmek de eğitimin bir parçasıdır, fırsat ayağımıza kadar gelmiş! Seni buradan Türkiye’ye arşiv çalışmasız göndermem” demişti.

Biz öğretmene boynu kıldan ince bir nesildik. Böylece o gün arşive ilk girişim oldu... O solmuş yapraklı gazetelerin hışırtısı ve kokusudur belki hala kütüphanelere ne zaman girip kokusunu içime çeksem yaşadığım zevk ve aidiyet. Anafartalar Lisesi’nde orta okul matematik öğretmenim Fatma hocamla ilk tecrübem daha Anafartalar’a gelmeden çok önce yaşanmıştı. Detaylara gerek yok, ilkokul dördüncü sınıfta seçim kriteri belli olmayan bir yurt dışı gezisine seçilmemiştim (seçilmesi beklenen ama seçilmeyen öğrenciler ya benim gibi TKP’li ya CTP’li aile çocuklarıydı ya da tüm okul hayatını Kıbrıs’ta geçirmesine, orda büyüyüp yaşamasına rağmen Türkiyeli kabul edilenlerdi). Kafile adadan ayrıldıktan sonra bir gün nenemin mahallesinde sokakta oynarken Fatma hocam beni yanına çağırmış, iki eliyle omuzlarımdan sıkıca kavrayıp gözlerimin içine dikkatle bakarak, çevredeki herkesin duyacağı şekilde “bu haksızlıktan sonra ne olacak biliyor musun Umut? “ diye sormuştu. 10 yaşındaydım. Bir şey olmayacağını, olan şeylerin değişmediğini ve kabullenmek gerektiğini düşünüyordum. Fatma hocam bana “sen hak ettiğini alamadın, ama bu seni durdurmayacak, cesaretini kırmayacak, çok çalışacaksın, hep çok çalışacaksın ve dünyaları gezeceksin. Oralara seni hep başarıların götürecek. Başarılarınla gittiğin için de hep daha anlamlı olacak. Gözlerime bak ve bu dediğimi hiç unutma!”. Anafartalar’da öğretmenim olan Fatma hocamın gözlerine ne zaman baksam hep o anı hatırladım. Hiç unutmadım. Omuzlarımı tutan o eller bana hep dik durmak, yanlışa, adaletsizliğe hiç boyun eğmemek gerektiğini ve en yılgın en haksızlığa uğramış, en itilip kakılmış hissettiğim anda bile yeni evrenler keşfedecek kadar güçlü olabileceğimi ve o haksızlığa uğramışlığın beni kendimden öteye götürmek için kullanacağım araçlar olacağını öğretti.

Anafartalar devlet okuludur. Bizim içinden çıktığımız orta sınıfa ait öğretmenlerin yeşerttiği insanlardan doktorlar, mühendisler, mimarlar, gazeteciler, sanatçılar, bilim insanları, müzisyenler, bankacılar, memurlar, polisler, öğretmenler, esnaf, girişimci, turizmci çıkardı. Ben, sessiz, utangaç, hassas bir kız çocuğu olarak Anafartalar’ın kapısından girdim. O kapıdan öğretmenlerimin inancı, telkini, yönlendirmesi, güçlendirmesi sonucunda istediğim pek çok şeyi başarabileceğime inanarak çıktım ve Maxwell School’dan doktora almaya kadar gittim. Bilime olan aşkımı ilk yeşerttiğim yer orasıdır.

Anafartalar’ın lise olarak elden çıkarılması ihtimali, konuşması bile içinde bulunduğumuz toplumsal çöküşün bir fotoğrafı aslında. Orta sınıfın erozyona uğramışlığının, değerlere sahip çıkmamanın, daha iyiye götürmektense hep bozmaya, yıkmaya rant elde etmeye veya ideolojik savaşlara kurban ederek bir saat daha fazla makamda oturmaya yönelişin resmidir. Bu kararları verenlerin hiçbirinin çocukları Anafartalar’da değil. Çocukları Anafartalar’da olan toplum kesimlerinin çoğunluğu ile bağlarımız kopuk.

Ah adayarısı, ben “bilim yuvaları temiz akademik kimliklerle öğrenci yetiştirmeli” dediğim için sisteme entegre olamadım, oldurulmadım. “Artık acıtamayacaksın adayarısı” dediğim her anda acıtacak bir hamle daha buluyorsun. Anafartalar...Senin kapılarından çıkan birisi olarak sahip çıkılabileceğine inandığımı ifade edemiyorum. Bu söz çıktı bir kere, şimdi değilse bir sonraki ekip, “bizden öncekiler imzalamıştı” lafına sığınarak bu projeyi hayata bir gün mutlaka geçirecekler. İçinde nesillerin kahkahasını, yeşerttiği filizlerin seslerini, danslarını taşıyan o duvarlar bir gün yıktırılacak. Çünkü değerlere sahip çıkmak için o değerlerin köklerinin sapasağlam toprağı kavramış olması gerekir. Biz, eğitim yozlaşırken, çocuklar dere yataklarının içinde okula gönderilirken, çocuklarımızı doktoralıyım deyip doktorasızlara “bilim” öğrensinler diye terk ederken, “herkes gibi biz de bir diploma satın alacağız” derken o kökleri o topraktan yavaş yavaş söktük.

Anafartalar, devlet okulunda okuyan utangaç, sessiz, kırılgan küçük kız çocuklarını kendine yeten bireyler olma yoluna hazırlayamayacaksan, kim hazırlayacak?