… Lefke Sancağına bağlı Taşpınar (Angolem) Takımının avlusunda toprağın üstünde bir
örtü olmadan yatan gençler bir el tarafından teker teker uyandırıldı. “Haydi kalkın Türkiye
çıkarma yapacak” dedi birisi. “Denktaş radyodan konuşacak” diye ilave etti. Gece yarısı köyün
güneyindeki barikat mevzisinde bir arkadaşları “Gâvur” gördü diye mavzerle ateş açmış,
silah sesinin verdiği ürküntü ve Rumların köye kadar gelmiş olabileceği endişesi yeterince
huzursuz etmişti yedek mücahitleri. Uyku sersemliği içinde söylenenleri anlamaya çalışıyor,
yüreklerindeki garip heyecan susmalarına neden oluyordu…
… Kuşatma altındaki Limasol Türk mahallesinin Limana en yakın evin altındaki mevzide
bir Takım mücahit toplanmış, Komutanının verdiği emri dinlemiş, biraz sonra yapacakları
saldırı için silahlarını ve nişangâhlarını kontrol ediyordu. Sağ yanlarında ve soldaki binaların
kuytularında da karartılar gördüler, onlar da diğer takımlar olmalıydı…
… Baf (Kasaba)’ın Mutallo mahallesinde Rum mevzilerine en yakın tek göz kerpiç binadan
ibaret mevzide yarım manga mücahitten üçü mazgal deliklerinde, ellerinde Sten ve piyade
tüfekleri birbirlerine biraz sonra ateş edecekleri hedefleri işaret ediyor, silahlarına ve duvara
biraz daha yumularak ateş emrinin verilmesini bekliyordu. Manganın yarısı sokağın diğer
tarafındaki mevzideydi. Oradaki arkadaşları da aynı şeyleri yapıyordu…
… Mevzilendikleri çalının altından yavaşça geriye çıktılar. Birinin elinde bir gece feneri ve
belinde bir tabanca, diğerinde Tomson makineli tabanca vardı. Dizlerinin üzerinde doğrularak
gömlek ve pantolondaki tozları silkelediler. Ortalık şafkarmıştı ama sağda ilerde Salamis Bay
Hotelin ışıkları, sol yanda Kantara Kalesinin önündeki karaltıda bir yanıp üç sönen kırmızı
bir ışık hala görülüyordu. Gece yarısını iki saat geçtikten sonra ellerindeki feneri bir yakıp
bir söndürmüşler, denizin içinden birkaç yerden de yanıp sönen ışık görmüşlerdi. Acele
etmeliydiler. Köy komutanı güneş doğmadan köyde olmalarını söylemişti…
… Baf Sancağının Aydoğan (Stavrogonno) köyünün karargâh binasının yanındaki yarısı
yıkılmış evin duvarları arasında hepsi silahlı kırk kadar mücahit konuşmadan bekliyordu.
Bölük Komutanı az önce nereye gideceklerini ve yapacaklarını söylemişti. Takım Komutanı
binadan çıktı, yanlarından geçti, hiçbir şey söylemeden sağa dönerek şinyaların arasından
dere yatağına inmeye başladı. Mücahitler sırayla onları takip etti. En son mücahit de gözden
kaybolunca, Komutan pencereden geri çekildi ve saatine baktı…
… Üsteğmen Mustafa kalenin yanındaki evin önünde yapılmış mevziinin içine başını uzattı ve
“Sağ taraftaki mazgalı bana bırakın” diye emir verdi. Larnaka Kalesinin doğu tarafını koruma
vazifesi onun takımına verilmişti. Şafak atmadan bütün mücahitleri teker teker mevzilerine
yerleştirmiş, nereye bakacaklarını ve ateş edeceklerini teker teker söylemişti. Mevziiye
girmeden kısa süre durdu. Eşi, üçü kız dört çocuğu şimdi neredeydi? Bu sorunun cevabını
düşünmedi, mevziiye girdi ve silahın nişangâhını kontrol etti. Çocuklarının değil ama kendi
sonunu biliyordu…
… Kadın mutfak penceresinden gördüğünün ne olduğunu önce anlayamadı. Limon
ağacından zeytin ağacına doğru sanki bir şey uçarak geçiyordu. Alaca karanlıkta ne olduğunu
anlayabilmek için evin arka terasına çıktı. Şimdi ne gördüğünü anlamıştı. Amerikan
filmlerindekilere benzer bir uçaktı bu. Yerden yüksekliği çok fazla değildi. Sonra başka uçaklar
da gördü. Omorfo ovasının üstünde on iki uçak Lefkoşa istikametine ağır ağır uçuyordu.
Uçakların gürültüsü geçince radyoda onun sesini duydu. Hemen tanıdı, Denktaş’ın sesiydi
bu. “Cefakar, vefakar, fedakar, kahraman Kıbrıs Türk Halkı…” Anladı, savaş başlıyordu.
Çocuklarını düşündü. Beş çocuğu vardı. Büyük kız İstanbul’da okuyordu, büyük oğlu köyün
arkasındaki tepede mevzide ve ortanca geceyi karargâhta geçirmişti. Küçük oğlu ve kızı hala
uyuyordu, kocası bu erken saatte bile köyün bir işinin peşindeydi…
… Bütün tim personeli teker teker suya atlamış ve suyun altına dalmıştı. En son o sırt üstü
suya atladı, başlığın üstündeki gözlüklerini taktı ve ağızlığı dişlerinin arasına sıkıştırarak suya
daldı. Altısı solda beşi sağda tim iki sıra su altında yavaşça yüzüyordu. İkisi birlikte bangalero
torpidoyu taşıyordu. Varsa mayınları imha etmek için. Tahripçi Astsubaya gülümsedi ve
gülümsemesi karşılık buldu. Hızla yüzerek öne geçti, koluyla Pladini Plajı istikametini gösterdi
ve hızlandılar…
… Denizin üstünde sanki de sekerek uçuyorlardı. Aniden yükselen dalgalar uçağın camını
bazen kapatıyor, ancak yüksek hız suları hemen dağıtıyordu. Genç üsteğmen soldan gelen
alacalı ışıkta daha iyi görebilmek için haritayı öne itti. Uçağı kullanan Yüzbaşıya önce
haritadaki kırmızı bir daireyi, sonra da önlerinde duvar gibi yükselen dağın üstündeki bir
noktayı gösterdi. Yüzbaşı “anladım” der gibi başını salladı, gösterdiği yer Kantara Kalesiydi.
Bir an bakıştılar ve Yüzbaşı kolu hızla ileri itti. Uçak denize dik hızla yükselmeye başladı.
Yükselirken sanki kendi ekseni etrafında dönüyordu. Yeterli yüksekliğe çıkan uçak sola
yatarak yarım daire döndü. Şimdi hedef karşıda alaca ışık arkadaydı. Uçak hedefe doğru
daldı ve yükselirken arkada parlayan ışık ve dumanlar görüldü. Sonra şiddetli patlama sesleri
duyuldu. Rum’un hava kontrol radarı ve elektronik dinleme tesisleri imha edilmişti. Akdeniz
şimdi daha güvenliydi…
… Onbaşı Hıdır, Çavuşun dirsek darbesiyle uyanınca bir an nerde olduğunu anlayamadı. İki
gece var doğru dürüst uyuyamamıştı. Bir gün bir gece Bolu’dan Mersin’e gitmek için yolculuk
yapmışlar, son gece de Mersin’in dışında ovalık bir yere giderek sabaha kadar beklemişler
ve güneş doğmadan saatler önce helikoptere binmişlerdi. Bir saatten fazla süredir de
helikopterle uçuyorlardı. Çavuşun işaret ettiği yere baktı. Kıyıya vuran beyaz köpükleri ve
karaltı halindeki dağları gördü. Nihayet Çavuşun ne söylediğini anladı. “Kıbrıs’a geldik”…
… Ahmet Çavuş uçağa bindiğinden bu yana yanında oturan Hüseyin’i izliyordu. İzlemekten
başka çaresi yoktu, çünkü dışarıyı görmek için pencereye her baktığında Hüseyin’in yüzü ve
Çelik Başlığını görürdü. Hüseyin’in ağzı hiç susmamıştı. Uçağın uğultusundan ne söylediğini
anlamıyordu. Dua mı ediyor, yoksa bir şeyler mi anlatmaya çalışıyor, bir türlü çıkaramamıştı.
Ayağa kalktılar, komutla kancaları taktılar, Hüseyin’in kancasını kontrol etti, tamamdı.
Arkasındaki sarsıntıdan kendi kancasının kontrol edildiğini anladı. Kırmızı ışık yandı ve zil
çalmaya başladı. Hüseyin hızla önünden kaydı. Onu yakalarım diye arkasından atladı ve
sanki de idam sehpasındaymış gibi düştü. Saymaya başladı 1001, 1002, 1003 ve bir an sonra
vücudunun askıya alındığını hisseti. İpler biraz dolanmıştı ama, paraşütün dönmesi durunca
kubbeyi gördü. Allaha şükretti. Yer daha kısa sürede kaynamaya başlamıştı. Neyse ki yere
düşerken güvercin taklayı becerebildi. Ayağa kalkarken birinin acı acı bağırdığını duydu.
Hemen paraşütten kurtulup ona doğru koştu. Hüseyin ayağını mı burkmuştu acaba? O
değildi, ama ne fark ederdi ki? Bot derisini yırtan beyaz kemiği görünce bağırdı; “ SIHHİYE,
SIHHİYE.”…
... Üstçavuş Hayrettin Çıkarma Gemisinin dümenini üç vardiyasında devralmıştı. Gemideki
bütün mürettebat gibi o da hiç uyumamıştı. Bir saat kadar sonra sabahın ilk ışıkları vurunca
kara uzaktan görünmeye başlamıştı. Çıkarma saatinde dümende olacağı için kendini şanslı
saydı. Gemi Kaptanının emri ile dümeni sağa kırmaya başladı. Gemi tabanında üstüste
yığılmış saman balaları gibi görünen askerlerin sola doğru yattığını gördü. Kaptanın uyarısı
ile dümeni sabitledi. Gemisi konvoyun önündeki ilk gemiydi. Arkasındaki gemilerle birlikte
denizde SİMİT çizmeye başladılar.
... Mesut uyuduğunu hatırlamıyordu ama sanki rüyasında beyaz saçları ve çiçekli başörtüsü
ile nenesini görmüştü. Niye kıkırdayarak gülen yavuklusunu, beyaz dişleri ile gülen annesini
veya kınalı elli bacısını değil de nenesini görmüştü, kafasına takmadı. Nenesi askeriyeye
uğurlarken hayır duasını vermiş ve “Korktuğunda yüce rabbime sığın, peygamberimizin
şafaatini iste” demişti. Doğrusu nereye gittiklerini, neyle karşılaşacaklarını bilmediği için
biraz korkmuştu. Kapak açılınca beton mevziinin içinden ateş açan bir makinelinin hepsini
biçeçeği bir kabus gibi beynine işlemişti sanki. Gemiye binmeden önce dualar eden Müftü
Efendinin okuduğı Fetih Suresini hatırlamıyordu ama, bildiği bütün duaları okumuştu.
Korkmuyordu, bunu söylemiş olduğunu hatırlamıyordu ama, tertibi Kemal parlayan gözleri
ile ona bakarak “ Ben de korkmuyorum” dedi. Ön taraftan birileri tekbir getirmeye başlayınca
çıkarma gemisindeki bütün askerler yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. Mesut bir taraftan
ALLAHU – EKBER diye bağırırken, piyadenin kabzasını kavrayan elinin işaret parmağıyla da
tetik korkuluğunu yokluyordu. Gözünü Çıkarma Gemisinin kapağını tutan zincire ve ucundaki
kancaya taktı. Tatbikatlardaki gibi kapağın gıcırdayarak açılmasını bekledi...
... Denktaş radyoda konuşmaya devam ediyordu. Kıbrıs sanki tek bir kulak olmuş onu
dinliyordu. Konuşmasında kah Türklere kah Rumlara sesleniyor, “Gerekli olmadıkça sokağa
çıkmayın” diye uyarılarda bulunuyordu. Kıbrıs İngilizlere devredilirken adadan ayrılan
son Osmanlı Askerlerini gören ve ona bu olayı her anlatışında “Gittiler ama bir gün geri
gelecekler” diyen dedesine duyurmak ister gibi sesini biraz daha yükseltti: KAHRAMAN TÜRK
SİLAHLI KUVVETLERİ, BUGÜN BU ANDA, ADANIN HER TARAFINDAN DENİZDEN ÇIKARMA
VE HAVADAN İNDİRME YAPMAKTADIR. GAZANIZ MÜBAREK OLSUN...